TEKFİR HAKKINDA ÖNEMLİ AÇIKLAMALAR
MUKADDİME
Hamd
âlemlerin Rabbi olan Allah a mahsustur salât ve selam Rasulullah (sav)e
ailesine ashabına ve onlara güzellikle tabi olan Müslümanların üzerine olsun.
Gördüğümüz
gibi bu asırda bütün İslam ülkeleri arasında ortak bir fitne vardır. Bu fitne
İslam ülkelerindeki bütün fesatların ve şirklerin ana sebebidir. Bu fitneyi şu
şekilde özetleyebiliriz:
Allah’ın
şeriatı hükümden kaldırılıp, beşeri-taguti kanunlar Müslümanlara hükmeder oldu.
Bu kanunlar Allah’ın helal kıldığını haram, haram kıldığını da helal kıldı. Her
türlü şirk, küfür ve bidat işlenmesine izin verdi. Bundan dolayı ister Türkiye
de olsun, isterse diğer İslam ülkelerinde olsun Müslüman halk cahil bırakıldı.
İslam’a karşı olan her türlü küfür, bel'amların fetvalarıyla güzel-süsü
giydirilip Müslümanlara sunuldu. Müslümanlar cehaletlerinden ve sahada rabbani
âlimlerin bulunmamasından dolayı bu fiilleri işlemektedirler. Bu fitnenin
gölgesi İslam dünyasının her parçasını kapsamakta, yavaş yavaş insanları dinlerinden
uzaklaştırmakta ve küfre sokmak istenmektedir.
Çağımızda
insanları dinlerinden uzaklaştıran ve tağutun hâkimiyetini egemen kılmak için
önemli fiillerden olan; oy kullanmak, tağutun ordusunda askerlik yapmak, tağuti
devletlerin çeşitli görevlerinde bulunmak, çocukları tağutun açmış olduğu ve
içinde küfür fiilleri öğretilen okullara göndermek, gibi konulara birkaç yönden
değineceğiz.
Özellikle
Müslüman gençlerden bir grup, kendi bilgisizliklerinden ve yüzeyselliklerinden
dolayı, insanları bu fitnelerden uzaklaştırmak için ve zikrettiğimiz fiillerin
her birisine İslam’ın hükmünü belirtmek için, muvahhid-mücahit âlimlerin yazmış
oldukları kitapları yanlış anlamışlar ve Türkiye’de Müslüman halkı ayrıntı
vermeden toptan tekfir etmişlerdir. Hâlbuki bu âlimler söz konusu fiillerden
bahsettikten sonra hükümleri muayyenlere indirgeme konusuna geçtikleri zaman
açık bir şekilde göreceğimiz gibi; Müslüman halkın büyük bir kısmını cehalet ve
çeşitli küfrü engelleyen mazeretlerinden dolayı, onlara hüccet ikame edilene
kadar tekfir etmemişlerdir. Aynı şekilde bütün halkı ayrıntı vermeden tekfir
edenleri aşırılıkla-haricilikle ve bunlar gibi bidatçılara verilen vasıflarla
vasıflandırmışlardır. Çünkü küfür söz veya fiili işleyen nice insanlar
mazeretlerinden dolayı tekfir edilmezler.
Şeyh
Makdisi şöyle der: İhvanı Muslim’ine mensup bir parlamenter, iç işleri bakanı ve
yardımcıları eşliğinde bizim ziyaretimize gelmiş ve buna benzer gülünç
mazeretler öne sürmüştü. Onların selamını almayı reddedip, küfürlerini yüzlerine
vurduk. Kanun ve yönetimlerinden beri olduğumuzu belirttik. Kendilerinden
hiçbir istekte bulunmadığımızı söyledik. Basında (çıkan)
parlamenterlerin; insanları tekfir ettiğimize ilişkin söylediklerini reddettik.
Kendisine ve beraberindekilerine bunun yalandan ibaret olduğunu gösterdik.
Bizim insanları genel olarak tekfir etmediğimizi, savaşımızın avam halkla
değil; Allah’ın dinine savaş açan kafir yönetimle olduğunu, sadece onu ve
kanunlarını destekleyenleri, koruyanları ve yasalaştıranları tekfir ettiğimizi
belirttik. Her zaman bu kanunları koruyup desteklemeyi bırakmaya ve Allah’ın
dininin koruyucuları olmaya çağırdık. ( 30 Risale s.70)
Biz
bu mübarek davetin hasımlarının bize iftira ettiği gibi insanları umumen tekfir
etmiyoruz. Ayrıca aşırıya kaçanların, cahillerin veya başkalarının insanları
tekfir ettiği hatalar veya şaz olan şeyler sebebi ile kimseyi tekfir etmiyoruz.
(30 Risale s. 432)
Bir
tek Müslüman’ı kafir sayan kişi için bu (büyük) tehdit yapılmışsa;
Müslüman kitleleri kendilerine göre şer’i delil derecesinde olmayan bazı
şüphelerden hareketle, küfür ile suçlayan patavatsız kişinin işlediği acaba ne
boyutta olur?
Şüphesiz
bu iş batıl ve bozuk olmasının yanında, kalpteki hastalığı Müslümanlara karşı
düşmanlığı yada helak olacaklarının haber verildiği kişiler arasından kendini
çekip çıkarmamak için büyük bir gurur ve kendini beğenme serseriliğini de
içerir.
Ebu
Hureyre (ra) Rasulullah (sav)in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
‘Bir
kimsenin "insanlar helak oldu" dediğini
duyarsanız, bilin ki bunu söyleyen kişi, herkesten çok helak olandır. (Malik
ve Ebu Davud rivayet etmiştir.)
(30
Risale s. 26-27)
Sonuç
olarak İslam’dan çıkaran bir fiili işlediği veya sözü söylediği bilinmeyen
durumu kapalı olan kişinin sadece namaz kılmasıyla Müslüman olduğuna hükmederiz.
Onun arkasında namaz kılarız Müslümanlara uygulanan muamelenin aynısıyla
muamele ederiz. İslam’ı bozan açık bir unsur görünceye kadar bizce asl olan
Müslüman olmasıdır. Aşırıya gidenlerin çoğunluğunda olduğu gibi
zamanımızın toplumlarında İslam’ı bozan unsurların yaygın olma bahanesiyle kişi
İslam veya İslam’ın özelliklerini gösterse de söz konusu olan küfür fiilleri
asıl yapmayız.(30 Risale s.104)
Önemli
olan konulardan biride şudur:
Zikretmiş
olduğumuz bütün bu fiiller neredeyse İslam ülkelerinin çoğunda yayılmış bir
haldedir. Bu yönden Türkiye’nin diğer İslam ülkelerinin çoğundan büyük bir
farkı yoktur.
Türkiye
halkını toptan tekfir edenlerin şüphesi:
'Türkiye’nin
durumu farklıdır!!!!'
Bu
şüphe onların diğer İslam ülkelerindeki halkı tekfir etmemelerine mazeret
olmaktadır. Bu şekilde Müslümanların ekseriyetini tekfir etmekten kurtulmuş
olurlar. Çünkü Müslümanların ekseriyetini tekfir edenlerin harici olduklarında
şüphe yoktur. Aynı şekilde bu şüphe, bu grubun selef âlimlerine ve muasır cihad
âlimlerine muhalefet etmemek için bir bahane olmuştur. 'Bu âlimler
Türkiye’nin durumundan haberdar değildirler' sözü ile kendilerini ikna
etmeye çalışırlar.
İlk
olarak bu söz gerçekten doğru ise yani Türkiye halkının durumu diğer
İslam ülkelerinin halkından farklı ise bu durum; ehliyeti ve ilmi olmayan
kimselere böyle hassas bir konuda konuşma hakkı vermez. Ancak durum muteber
âlimlere iletilir ve onlardan bir bilgi gelene kadar durmak gerekir.
İkinci
olarak ise; küfür konusunda sayı ile değil, nevi ile davranılır. Yani
bir küfür fiili işleyen kâfir olduğu gibi 15 küfür fiili işleyende kâfirdir.
İkisi de İslam’ın gözünde birdir.
Yani
Türkiye okullarında 15 küfür akidesi öğretiliyorsa ve başka Müslüman ülkenin
okulunda sadece bir tane küfür akidesi öğretiliyorsa iman ve küfür yönünden her
iki okula çocuk göndermek aynı olur.
Aynı
şekilde ülkeler arasında farklılığa bakarken küfür eylemlerle, günah fesat ve
ahlaki bozukluklar arasında ayırım yapmak gerekir. Şüphesiz ki Türkiye, Tunus
gibi ülkeler bu yönden daha ağırdır. Toplumlarında munkerler, içkiler,
zinalar.....daha yaygındır. Ancak ilim ehli duygusal bir şekilde
davranmamalıdır. İslam veya küfür hükmü vermek için halkın fesatlarına değil
şeriatın ölçülerine bakılmalıdır.
Şeyh
Ebu Basir’e şöyle soruldu:
Soru: Biz
burada Mısır da yaşıyoruz. Mısır bu zamanda İslam'i diye adlandırılan tüm
beldeler gibi mürted bir beldedir. Çünkü onlar İslam dinini bırakıp tagutun
dinine şeriatına ve hükmüne girmişlerdir.
Bu
beldenin halkı La İlahe İllallah diyor olmalarına rağmen; beşeri kanunlarla
muhakeme olmak, kabirlere türbelere ibadet etmek, kafir din düşmanlarını dost
edinmek ve Allah’ın dostları muvahhitlerle savaşmak gibi bu kelime-i şahadeti
bozan bütün unsurları işlemektedirler.
Sorum
şudur: Ben Yaşadığım bu ülkede (Mısır’da) kimliği tespit
edilmeyen (Mechulul Hal) kimseye, İslam hükmünü (Hukmi İslam)
vermiyorum. Akidesini bilmediğim kişiler dışında, kimsenin arkasında namaz
kılmıyorum. Sadece tanıdığım muvahhidlerin kestikleri eti yiyorum. Böyle
yapmak bidat mıdır?
Kişinin
La İlahe İllallah demesi kişiye İslam hükmü vermemiz için yeterli midir?
Bu
zamanda namaz kılmak İslam alameti sayılır mı?
Malumdur
ki fetva; iki asıl üzerine inşa edilir:
Birincisi:
söz konusu olan insanlara halinin bilinmesi,
ikincisi;
şeriatın hükmünün bilinmesi..
Cevap:
Elhamdulillahi Rabbil Alemin …. Bu beldelerdeki iktidarın mürted olması,
onun gölgesi altında yaşayan Müslümanların mürted olmasını gerektirmez.
Bizim
ülkemizin hali Şeyhul İslam İbn Teymiyye ye sorulan Mardin beldesinin halinden
çok farklı değildir. Orada (Mardin’de) kafirler iktidar tabakasında
idiler, Müslümanlar ise avam tabakadaydı. Şeyhul İslam şu cevabı verdi: (28.cilt
240. sayfa Fetevalar)
‘İster
Mardin de ister başka yerde, Müslümanların yaşadıkları yerlerde Müslümanların
kanları ve malları dokunulmazdır. Mardin in darul harp mi yoksa darul İslam mı
meselesine gelince, orası karışık bir dardır. Her iki niteliğe de sahiptir. Bu
dar askerlerinin Müslüman olmaları nedeniyle İslam hükümleri olan darul İslam
gibi değildir, halkı kafir olan darul harp gibi de değildir. Mardin üçüncü bir
dardır. Orada yaşayan Müslümanlara hak ettikleri hükümlerle davranılır ve İslam
şeriatından çıkanlara da hak ettikleri şekilde savaşılır.’
Derim
ki (şeyh Ebu Basir) bu hüküm bu çağdaki Müslüman ülkelerinin çoğuna
hamledilir. Çünkü onların vasıfları, Şeyhul İslam'a sorulan Mardin beldesinin
vasıfları ile mutabıktır.
Senin
genel bir şekilde ayrıntı vermeden Mısır'da ve İslam ülkelerinde yaşayan
halkların kafir ve mürted olduklarına, imanı bozan bütün unsurları
işlediklerine dair sözün dikkatlice söylenmemiş ve doğru olmayan bir sözdür.
Toplumların ve insanların hallerini bilmediğini göstermektedir. Bu senin için
dinde ve ahirette kötü sonuçları olacak bir sözdür.
Senin
de söylediğin gibi şeri fetvaların iki şartı vardır: meselenin vakıasını bilmek
ve bu vakıaya mutabık olan şeri delilleri bilmek… Sen ise; Allah’ın kullarına
verdiğin aceleci hükmünde her iki şarta da riayet etmedin.
Buna
binaen derim ki: Kim; kelime-i tevhid namaz … vs. vs. İslam alametlerinden
birini izhar ederse, o kimseye İslam hükmünü vermek, arkasında namaz kılmak,
kestiği eti yemek vb. Müslümanlara yapılan muameleyi yapmak vaciptir.
Böyle
bir kişiye başka türlü muamele yapmak veya Allah’ın kitabı ve Rasulu (sav)in
sünnetinden açık delil olan ve muteber şeri manisi olmayan açık bir küfür
fiilini göstermediği sürece küfür hükmünü vermek caiz değildir.
Sahih
hadiste Peygamber (sav) şöyle buyurur:
‘ Kim
namazını kılar, kıblemize yönelir, kestiğimizi yerse o Müslüman dır. Allah ve
Rasulu (sav) in zimmetine sahiptir.’
(Buhari)
Sahihi
Muslim’de şöyle geçer:
‘Peygamber
(sav) kendi gazvelerinin birinde iken ‘Allahu Ekber’ ‘Allahu Ekber’ diyen
bir adamı işitti.
‘Fıtrat
üzerindesin buyurdu.
Adam
‘La İlahe İllallah’ dedi,
Peygamber
(sav) ateşten çıktın buyurdu.
Bu
Peygamber (sav)in hükmüdür. O’nun hükmüne ve emrine muhalefet etmekten sakın!
Yoksa helak olup saparsın!!!
Kimliği
tespit edilemeyen (mesturul hal) olan kişinin arkasında namaz kılmaya
gelince; Şeyhul İslam bunu caiz olduğuna dair imamların ittifakını nakletti.
Dedi
ki: (4.cilt 542. sayfa) ‘4 imam ve sair imamların
ittifakı ile mesturul hal olan her Müslüman ın arkasında namaz kılmaz caizdir.
Her kim Batıni akidesini bildiğim kişiler dışında, hiç kimsenin arkasında ne
Cuma ne cemaat namazlarını kılmam, derse bu kişi sahabelere, onlara iyilikte
tabii olanlara, Müslümanların dört imamlarına ve diğer imamlarına muhalif olan
bir bidatçidir.
Son
olarak bil ki: senin üzerinde olduğun itikat kuran sünnet sahabenin anlayışı
dört imam ve diğer imamların itikadına muhaliftir. Onun başlangıcı şeytan ve
onun üflemesinden; sonu uğursuzluk ve dinde fazla aşırılık olan bir sözdür.
Belki daha sonra, yeryüzünde senden başka hiçbir Müslüman olmadığına
inanabilirsin. Belki de (Senden önce böyle başlayanların olduğu gibi)
günde defalarca kendini bile tekfir edebilirsin. Ben seni bundan dolayı Allah
tan sakındırıyorum.
Soru:
Ülkemizde yaşayıp ne İslam alametini nede ona muhalif olan bir şeyi izhar
etmeyen, kimliği tespit edilemeyen kişilere özellikle selam vermek, kestiği eti
yemek yönünden nasıl davranırız? Halbuki onların namaz kılmıyor olmaları
konusunda galibuzzannımız vardır. Ülkemizde namazı terk etmek sebebiyle mürted
olanlar çoğaldı, küçük ve büyük insanlar arasında dine sövmek yaygın hale
geldi.
Cevap:
Elhamdulillahi Rabbil Alemin. İslam ülkelerinde yaşayan insanların, kati
delille İslam a muhalif olan bir fiil gösterdikleri sabit olmadığı sürece, asl
olan Müslüman olmalarıdır. Madem ki senin meselen galibuzzan üzerindedir, yani
o insanların Müslüman olmamalarını tercih edecek bir zan vardır. Tekfirde
yapılacak hatanın sonuçları, insanlara İslam hükmü vermede yapılacak hatanın
sonuçlarından daha ağır olduğu için onların kafir olmalarını tercih eden
galibuzzan yerine, onların Müslüman olmalarını tercih eden zayıf zanna öncelik
vermemizin daha doğru ve sağlıklı olduğunu düşünüyorum ALLAHU A’LEM…..(Ebu
Basir; ‘Tekfirin Kuralları’)
Türkiye
bu konuda çok farklı değil dediğimiz zaman şunu kast ediyoruz: Türkiye halkının
arasında yaygın bir şekilde İslam’dan çıkaran küfür fiilleri diğer İslam
ülkelerinin çoğunda işlenen fiiller açısından farklı değildir. Yani Türkiye’de
yaygın bir şekilde işlenen küfür fiilleri (oy, askerlik. vs.vs.) diğer
İslam ülkelerinin çoğunda mevcuttur. Ancak fesat ve ahlaki bozukluk gibi
yönlerden Türkiye ve Tunus gibi ülkeler farklı olabilir ve daha kötüde
olabilir. Örneğin: faiz, zina, içki vs. vs. Biz burada küfür olan fiil ve
sözlerden bahsediyoruz. Bu sayılan fesatlar ve ahlaki bozukluklar İslam’dan
çıkaran fiiller değildir. Yani diyelim ki bir Müslüman ülkenin halkı tümüyle
yaz mevsiminde açık saçık giyinipte içki ile birlikte çıktıkları zaman deriz
ki: Bu millet sapıktır, bu münkeri bırakmak için mümteni olurlarsa onlarla
savaşabiliriz. Fıkıh kitaplarında ezanı bırakan bir şehir mümteni olduğu zaman
savaşılır diye geçer.
Nitekim
bir hadiste şöyle geçer:
Deylem
el-himyeri (ra) den:
Dedim
ki “Ey Allah’ın Rasulu biz çok soğuk bir ülkedeyiz, zor işlerde
çalışıyoruz. Bu buğdaydan şarap edinip içiyoruz, işimizde güçlü oluyor ve
ülkemizin soğuğuna karşı dayanıklı oluyoruz. "
Peygamber
(sav): "Sarhoş ediyor mu?" diye sorunca
Ben
"evet" dedim.
Sonra
şöyle buyurdu: 'Ondan uzak durun'
'insanlar
onu bırakmazlar' dedim.
Peygamber
(sav): “Bırakmazlarsa onlarla savaşın” buyurdu”
(Ebu Davud)
Bu
gibi insanlar La ilahe illallah diyip İslam’ın aslına sahip oldukları sürece
onları sırf bu haram olan fiillerden dolayı tekfir edemeyiz (helal
saymadıkları sürece).
Türkiye’nin
vakıası farklıdır deyip susmak, yani farklılığın yönlerini anlatmadan bu sözü
söylemek cehaletin alametidir. Hâlbuki zamanımızdaki bir takım sapık gruplar bu
bahaneyle; sahih bir delille sabit olan İslam’ın bazı hükümlerini
reddetmektedirler.
Usul-u
fıkıhta zamanın değişmesi sebebiyle ahkâmlarda değişir kuralı vardır. Zaten
elimizdeki fıkıh kitapları da farklı zamanlarda yazılmıştır. Mezhep imamları ve
diğer âlimler farklı zamanlarda yaşamışlardır. Bunun için fakihin vazifesi
hükmün varlığı ve yokluğu kendisine bağlı olan müessir illeti bulmak ve illetin
bulunduğu yere hükmü uygulamaktır. İlletin bulunduğu yerde zamanın farklı
olması önemli değildir. Çünkü hüküm illete bağlıdır. Misal Allah Teala şarabı
haram kılmıştır. şarapta çeşitli vasıflar vardır: kırmızı olması, el yapımı
olması, sarhoş edici olması, üzüm ve hurmadan yapılıyor olması, tadının acı
olması..vs. vs. Burada fakihin görevi kur’an ve sünnete bakarak içkiyi haram
kılan vasfı bulmaktır ve o vasfa haiz olan her içecek maddesine şarabın hükmünü
uygulamaktır. Zamanın değişmesi sebebiyle eski şaraplar bulunmayabilir; viski,
votka, bira gibi bazı yeni sarhoş edici içecekler çıkmış olabilir.
Fakihin
görevi buradadır. Bu içecekleri haram kılacak müessir illet var mı yok mu
araştırır. Müessir illet varsa zamanın değişimine bakmadan haram hükmünü verir.
Türkiye’de
yaygın bir şekilde işlenen küfri fiiller diğer İslam ülkelerinin çoğunda
işlenmektedir. Bunun için iman küfür yönünden Türkiye halkının diğer İslam
ülkelerindeki halktan farklı olmadığını söylemiştik.
Hatta
Türkiye halkında cehalet daha da yaygındır. Çünkü ana dillerinin Arapça
olmaması nedeniyle çoğunun Arapça bilmemesi, dolayısıyla Arapça eserler
ulaşmanın zor olması, cumhuriyetin ilk dönemlerinde başlayan ve izleri hala
daha devam etmekte olan Kur'ana, sünnete ve âlimlere karşı yapılan savaş nedeniyle
Türkiye halkı cehalet yönünden daha çok mazeretli olabilir. Yani bu konuda bir
fark varsa bu Türkiye halkının aleyhine değil lehine olur.
Şeyh
Makdisi şöyle der: Şeyhul islam ibn Teymiyye (rh) şöyle der:
"
......Küfür olarak nitelenen sözlerde böyledir. Kişiye hakkı bildiren naslar
ulaşmamış olabilir, ulaşmış olsa bile onları sabit görmemiş olabilir veya
anlamamış olabilir yada Alla Tealanın mazur göreceği şüpheler ile karşılaşmış
olabilir. Hak peşinde olup hata yapan müminin hatasını ne olursa olsun Allahu
teala bağışlar. Bu hatanın nazari veya ameli konularda olması fark etmez.
Rasulullah (sav)in ashabı ve ümmetin imamlarının görüşü budur." (Mecmu’ul
Fetava c.23 s.195 )
Ayrıca,
sonraki alimlerden bazısının bidat ehlini tekfir etmeleri, bu tekfirin kişiyi
dinden çıkaran türden olup olmadığı ve tekfir edilen bu kişilerin ebedi
cehennemlik olup olmadıkları konusundaki tartışmalarını naklettikten sonra
şöyle der:
"Gerçek
şudur ki: imamların mutlak olarak söyledikleri sözler hakkında, öncekilerin
mutlak olan şer'i naslar hakkında düştükleri durumun aynısı olan bir duruma
düştüler. Onları ne zaman görseler ''Kim şunu söylerse kafirdir'' sözünü
duydular. Daha sonra belirtilen o sözü söyleyen herkesin kafir olduğunu
zannettiler. Halbuki tekfirin belirli bir kimseye indirgenmesi belli şartların
yerine gelmesine ve yine belli engellerin de olmamasına bağlıdır. Mutlak
tekfir, şartları bulunmadıkça ve engelleri ortadan kalkmadıkça belirli kişiler
için sabit olmaz. İmam Ahmed (rh) ve bu genel hükümleri belirten tüm
alimler, cehmiyye fırkasından küfür sözlerini bizzat söyleyenlerin çoğunluğunu
tekfir etmediler. Mesela İmam Ahmet (rh) kendisini Kur'an mahluktur demeye ve
Allah’ın sıfatlarını nehyetmeye davet eden cehmilerle uğraşmış. onlarda imam
Ahmed’i ve çağın sair alimlerine bu fikirleri dayatmışlar ve cehmiyeliği kabul
etmeyen mu'min erkek ve kadınları dövme ve hapis fitnesine uğratmışlardır...
Ayrıca iktidar sahiplerinin çoğu kendileri gibi cehmiyye olmayan herkesi tekfir
etmiş ve onlara kafir muamelesi yapmışlardır. Çünkü bir sözü söylemeye çağırmak
onu söylemekten daha büyüktür. Söyleyeni ödüllendirmek ve söylemeyeni
cezalandırmak ise bir sözü söylemeye çağırmaktan daha büyüktür.
Bununla
birlikte İmam Ahmed (rh) , halifeye ve kendisini hapsedip dövenlere dua etmiştir.
Onlar için istiğfar dileyip hakkını helal etmiştir. İslam’dan çıkmış mürted
olsalardı, onlar için istiğfar dilemek caiz olmazdı. Çünkü kafirler için
istiğfar etmek Kuran sünnet ve icma ile caiz değildir.
Onun
ve imamların bu sözleri , Kuranın mahluk olduğunu ve ahirette Allah Tealanın
görülmeyeceğini söyleyen cehmiyyeden belirli (muayyen) bazı kişileri
tekfir ettiğini belirten sözlerde nakledilmiştir. Kendisinden bir konuda iki
görüş aktarılmış olmasına bakılır. Yahut mesele tafsilata inilerek ele alınır
ve bir takım muayyen kişileri tekfir etmesi, bunun şartların bulunduğu
engellerinde ortadan kalktığı için olduğu , muayyen olarak tekfir
etmediklerinin ise, gerekli şartların bulunmaması ve engellerin kalmaması
sebebiyle tekfir edilmedikleri söylenir.böyle bir durumda ise tekfir mutlak
manadadır.'' (Mecmu'ul fetava c.12 s.261-262)
Sonuç
olarak muayyen tekfir ile mutlak tekfir arasındaki farkı göz önünde
bulundurmamak, bazı kişilerin yuvarlandıkları bidat uçurumudur.Bu uçuruma
yuvarlananlar ancak belli araştırma ve gerekli uyarıdan sonra tekfir edilmeleri
helal olan kimi insanları tekfir etmişlerdir.dolayısıyla hem kendileri sapmış
hem de başkalarını saptırmışlardır. ( 30
Risale s.79-80)
La
İlahe İllallah’ı telaffuz etmek, namaz kılmak ben Müslüman’ım demek cahillerin
kabul etmemesine rağmen, ezelden beri İslam alametleridir. Alimler (
kelime-i şahadeti inkar etmek veya namazı inkar etmek hariç) başka bir
sebeple mürtet olan kişi için, ancak dinden çıkaran o fiilden tövbe ettiği
zaman İslam a yeniden döneceğini söylüyorlar. Bu kişi mürtetliğini devam
ettirdiği sürece o kişinin La İlahe İllallah demesi, namaz kılması onu İslam a
sokmaz. Ayrıca benzeri bir ayrıntıyı Yahudi ve Hıristiyanlar içinde
zikretmişlerdir. Yani Yahudi ve Hıristiyanların La İlahe İllallah demeleri
yeterli değildir. ‘Muhammed'un Rasulullah’ıda kabul etmeleri gerekir. Bu tür
meseleler de İslam alametlerinin zamandan zamana değiştiğini söylemek bir
hatadır. Çünkü yukarıda belirttiğimiz mesele, mürted hakkında geçerlidir. Yani
Müslüman olduktan sonra kesin bir şekilde İslam’dan çıkan kişi için geçerlidir.
Bu kuralı doğduğundan beri İslam’dan başka bir dine mensup olmayan (başka
din tanımayan), ancak küfri bir fiil işleyen kimselere uygulamak büyük bir
yanlıştır.
Şeyh
Makdisi şöyle der: Sonuç olarak , iki şahadet İslam’ın ifadesi sayılır ve aksini
yapmadıkça yahut söylemedikçe onu söyleyen kişi Müslüman olarak kabul edilir ve
dünya ahkamında ona Müslüman muamelesi yapılır. Şahadet kelimesini söylediği
halde başka sebep veya sebeplerden dolayı mürtet olmuş ise bunlardan
vazgeçmediği sürece , şahadet kelimelerini söylemesinin kendisine bir yararı
olmaz ve onu mürtet olarak hükmedilmekten kurtarmaz.
İbn
Kudame(rh) ‘Kitabu’l Murted bölümünde şöyle der:
‘Kafir
olan kişi tek başına veya cemaat ile Darul İslam’da veya Darul kufür'de namaz
kılarsa, Müslüman olduğuna hükmedilir. Çünkü namaz , kafirlerin amellerinden
farklı bir ameldir ve sadece Müslümanlara mahsustur. Namaz olmadıkça kişinin
Müslümanlığı da sabit olmaz. Bu konuda murted ile asli kafir arasında
fark yoktur. Çünkü kafirin Müslüman olmasına sebep olan şey , mürtedinde
Müslüman olmasına sebep olur.’
Derim
ki: Ancak kişinin Mürted olmasının sebebi namazın terki dışında bir sebep ise ;
İslam’a dönmesi de sadece namaz kılmakla olmaz. Namazı kılmakla birlikte
kendisini İslam’dan çıkaran terk etmiş ve tövbe etmiş olması gerekir. Bu
nedenle İbn Kudame (rh) yukarıda aktardığımız sözünden sonra şunu ilave
eder :
‘Namazı
kılmasına rağmen , bir farzı veya peygamberi veya kitabı inkar etmekle yada
kimilerinin işlediği dinden çıkaran bir bidatı işlemekle küfre girmiş
ise sadece namaz kıldığı için Müslüman olduğuna hükmedilmez.’
Tagutların
ve onların yolunda giden yardımcılarının ve koruyanların durumu da böyledir. Çünkü
onların kimileride namaz kılmakta , ancak ona bir fayda sağlamamaktadır. Zira
onun kafir olması , namazı inkar etmesi veya terk etmesi sebebiyle değildir.
Dolayısıyla Müslüman olduğuna hükmedilmesi de namaz kılmasıyla olmaz. Namazı
kılmakla beraber , tagutlara dostluk , şirk ve küfür kanunlarını benimsemek ,
bu kanunları savunmak ve onlara saygı göstereceğine dair yemin etmek gibi
kendisinin dinden çıkmasına sebep olan küfür sebeplerinden de uzaklaşması
gerekir. Çünkü bunların durumu namaz kılmanın haklarında İslam’a girişlerinin
alameti olarak kabul edildiği asli kafirlerin durumu gibi değildir.
Bu
kuralı (La İlahe İllallah'ı İslam alameti saymamak) mutlak bir şekilde
uygulamak, mutlak küfür ile muayyen küfür arasındaki farkı iptal etmek ve
tekfirin manilerinin tümünü geçersiz kılmak demektir. Çünkü manilerine bakmadan
her küfür fiili işleyene ‘Bu adamın, küfür fiili işlediği halde La İlahe
İllallah demesi İslam alameti sayılmaz’ deyip onu asli kafir veya mürtet
saymak, tekfirin kurallarına riayet edilmediğini gösterir.
Zamanımızda
tekfir sancağını kaldıran bazı gruplar şöyle derler:
‘La
İlahe İllallah demek şirkten beri olmak demektir. Dolayısıyla zamanımızdaki
insanlar bu çağın şirkinden (Demokrasi-Laiklik) beri olduklarını
göstermedikleri sürece Müslüman sayılmaları için kelime-i şahadeti söylemeleri
yeterli değildir.’
Bu
gruplara Rasulullah(sav)in zamanında böyle bir şart olmadığı, kelime-i şahadeti
telaffuz etmenin yeterli olduğu söylendiği zaman şöyle diyorlar:
‘Onlar
Arap idiler ve La İlahe İllallah demenin her türlü şirkten beri olmak anlamına
geldiğini biliyorlardı. Bu söz dikkatlice söylenmiş bir söz değildir.
Zamanımızın
muteber tevhid ve cihad alimleri bu sözü eleştirmişlerdir. Bu alimlerden olan Şeyh
Abdulkadir bin Abdulaziz ‘İman ve Küfür’ adlı
eserinde bu sözü eleştirmiş ve bu fikre binaen insanları tekfir edenleri
Haricilikle vasıflandırmıştır.
İlk
olarak bizim ‘La İlahe İllallah’ dan anladığımızla sahabenin anladığının bir
olmadığını beyan etmekte fayda vardır. Ancak bizim burada bahsettiğimiz şey;
insanlara Müslüman mı yoksa kafir mi hükmü vermektir. Yani insanların kanlarını
ve mallarını helal kılmaktan bahsediyoruz. Bu hükümlerin belli ve sınırlı olan
sebepleri vardır. Vaz’i ve hamasi ifadelerle ahkam kesmek ilim ehline yakışmaz.
Buna rağmen Peygamber (sav)in zamanında dahi ‘La ilahe illallah’ dedikleri
halde şirkin ve ibadetin manasını bilmeyen insanlar vardı. Peygamber (sav)
onların La ilahe illallah demelerini İslam'a girmek için yeterli görmüştü.
1)
Mekke fethinden sonra La ilahe illallah deyip 2.000 kişi İslam a girdi ve
Müslüman olarak kabul edildi. Ondan sonra o kişilerin bir kısmı ‘Zatu Envat’
edinmeyi istediler. Peygamber (sav) kızarak onlara şöyle dedi:
‘Allahu
Ekber ben-i İsrail’in Musa(as) a ‘bize bir ilah yap’
dedikleri gibi diyorsunuz.’
Bu
insanlar şirki istemişlerdir. Şirki istemek veya şirke niyet etmek de küfürdür.
Onları bu talebi önceden La ilahe illallah dedikleri halde şirkin ne olduğunu
bilmediklerinin bir göstergesidir. Buna rağmen onların kelime-i şahadeti ikrar
etmelerini kabul etti ve zamanımızın aşırılarının yaptığı gibi onları sınava
tabii tutmayı gerek görmemiştir.
2)
Adiy bin Hatem (ra) dan rivayet edilen bir hadiste şöyle geçer:
‘Bayramda
boynumda altından bir haç olduğu halde Allah Rasulu(sav) in yanına geldim.
Allah
Rasulu(sav) bana: ‘Ey Adiyy, şu putu boynundan at' dedi. Ben
onu boynumdan attım. Yanından ayrıldığım esnada Allah Rasulu (sav)in şu ayeti
okuduğunu duydum: ‘Allah ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i
Rabler edindiler’(Tevbe 31)
Bunu
üzerine ben: ‘Biz onlara ibadet etmiyorduk.’ dedim. Allah Rasulu
(sav): ‘Allah’ın haram kıldığını helal, helal kıldığını ise haram
sayıyorlar ve sizde bunları helal yada haram kabul etmiyor muydunuz? dedi.
Ben:
evet dedim.
Allah
Rasulu(sav): ‘İbadetini budur’ buyurdu.
Adiy
bin Hatem Müslüman olmadan önce Hıristiyan’dı.
Hadisten
şunlar anlaşılmaktadır:
A)
Adiy bin Hatem(ra) cahiliye hayatında sıradan biri değildi. Aşiretinin
lideriydi. Buna rağmen: zamanımızın halkı gibi kanun koymanın (helal haram
yapmanın) ibadetin bir parçası olduğunu bilmiyordu. İbadetin namaz, kurban
kesmek ve secde gibi şeyler olduğunu düşünüyordu.
B)
Adiy bin Hatem(ra) haç takarak Peygamber (sav) in yanına geldi. Bunun da şirk
olduğunu bilmiyordu. Rasulullah(sav) ona ‘bu puttur’ diye
bahsetti. (Şeyh Ebu Basir bunu söyledi)
3)
Sakif aşireti Müslüman olduktan sonra Muğire(ra) onların putunu kırmak için
Taife gitme hikayesi siyer kitaplarında meşhurdur. Hatta putun Muğire(ra) ya
zarar vermesinden dolayı Sakif aşiretinde korku bile yaşanmıştır.
4)
Peygamber(sav)in yanında bir cariye def çalarak ‘Yarın ne
olacağını bilen bir peygamberimiz var’ dedi.
Peygamber(sav)
onu tekfir etmeden ona; ‘bu sözü bırak önceden söylediğin şiirleri
söyle’ (Buhari) dedi.
5)
Peygamber (sav)in gazvelerinin birisinde bir bedevi Rasulullah (sav)'e gelip
Ona ‘Müslüman mı olayım, yoksa seninle birlikte savaşayım mı?’
Peygamber
(sav) ‘önce Müslüman ol; sonra savaş’ dedi.
Bu
adam o kadar cahildi ki, İslam’ın amellerin kabul edilmesi için ilk şart
olduğunu bile bilmiyordu. Buna rağmen Peygamber(sav) sadece kelime-i
şahadeti ikrar etmeyi emretti. İki rekat namaz kılmadan adam şehid oldu.
Peygamber(sav) o zamanın farzı olan cihadı erteleyip Medine‘ye git, dinini
akideni öğren demedi.
6)
Peygamber (sav) ‘Rabbe’ adlı putu yıkacağını Sakif lideri olan ibni Abdi
Yaleyl’e söylediği zaman; ibni Abdi putun bir zarar verebileceğine inanarak
Peygamber(sav)e şöyle dedi: ‘Ah Rabbe senin kendisini yıkacağını
bir bilse ahaliyi öldürür!’
Ömer(ra)
ona şöyle dedi: ‘Ey ibn Abdi Yaleyl yazıklar olsun sana o bir taştır yarar ve
fayda veremez… '
Peygamber(sav)
buna rağmen onu tekfir etmedi. ( Zadul-Mead c.4 s.151)
Örnekler
sayılamayacak kadar çoktur. O zaman cehaletleri sebebiyle mescidin ortasına
işeyenler bile vardı. Buna rağmen La ilahe illallah’ı telaffuz etmek İslam
alameti sayılıyordu.
İmam
Ahmed (rh) zamanında halife, iktidar tabakası, askerler, imamlar, kadılar,
müftüler ve halkın büyük bir kısmı ‘kuran mahluktur’ diyorlardı. Selefin çoğuna
göre bu söz küfürdür.
Şöyle
düşünelim; zamanımızın aşırıları gibi düşünen bir adam o zamanda bulunup;
‘Kuran mahluktur demek küfür bir sözdür. Bu söz asrımızın tagutudur.
Dolayısıyla bu zamanda La ilahe illallah demek İslam alameti değildir. Çünkü
insanlar La ilahe illallah dedikleri, namaz kıldıkları halde bu küfür sözünü
söylemektedirler. Bunun için bu zamanda bir kimse kelime-i şahadeti söylese de
namaz kılsa da bu (Kuran mahluktur) beri olduğu açığa çıkmadığı sürece
onu Müslüman sayamayız. Dolayısıyla bu toplumda asl olan küfürdür ve ‘Kuran
mahluktur’ sözünden beri olduğunu bilmediğimiz kişiyi tekfir ederiz.' dese imam
Ahmed ona nasıl bir cevap verirde acaba!!???
Bir
kişi şimdi bize ‘O zamanda ‘Kuran mahluktur’ diyenlerin tekfir manilerinden
olan tevilleri vardı, kimileri cahildi. Selef bu yüzden onları
tekfir etmedi.’ dese deriz ki:
‘Bizim
zamanımızda oy veren, askere giden, okula çocuğunu gönderen kişilerin arasında
cehalet, tevil… gibi manilerden dolayı mazur olanlarda vardır. Bizde selefin
yolunu izleyip onları tekfir etmiyoruz.’
Peygamber(sav)
kelime-i şahadeti söyleyene İslam hükmü veriyordu. Kişi bundan sonra küfür
fiili işlerse, Rasulullah(sav) şartlara manilere baktıktan sonra, ya Zatu Envat
hadisindeki gibi mazur görüyor yada Museyleme gibi onu tekfir ediyordu..
Muasır
âlimlerimiz ve günümüzde cihad eden mucahid liderlerinin arasında görüş
ayrılığı olmadan:
İslam
ülkelerinde yaşayan halkta asıl olanın İslam olduğu, ayrıntı vermeden Müslüman
halkları tekfir etmenin yanlış olduğu ve ayrıntısız tekfir edenlerin aşırı
hariciler oldukları açıktır.
Şeyh
Makdisi Müslüman ülkelerde yaşayan halkı tekfir edenler hakkında şöyle der:
Önceden
darul İslam olupta sonradan darul küfür olsa bile akidesini bizzat bildikleri
kişiler dışında , bütün halkın kafir olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Bunlar
ilim ve bu ilmin tahsili ile uğraşsalardı, usul ve furu bilgilerini alsalardı,
küfre götüren söz ve fiil meydana gelmiş olsa bile, tekfir etmek bir yana, kan
ve malın mubahlığını önleyen aşamaların şartlar ve engeller bulunduğunu,
özellikle musallat oldukları müstezaflar , davetçiler , tagutların düzen ve
kanunlarının koruması altında olmayan müminler hakkında böyle bir hükme
varmalarının önünde engeller olduğunu göreceklerdi. Sözün veya fiilin küfür
olarak nitelenmesinin muayyen kişiyi tekfir etmeyi gerektirmediğini ,
dolayısıyla arzu ettikleri sonuçların ona tereddüp etmediğini anlarlardı.
Yine
Mısır, Ubeyd el-Kaddah oğullarından Ubeydilerin(Fatimilerin) eline
geçtiğinde , halkının çoğu Müslüman idi ve darul İslam iken küfrün egemen
olması ile darul küfür oldu. Yaklaşık iki yüz yıl onların egemenliği altında
kaldı. (Nitekim ibnu'l cevzi 'en-Nasr ala Mısır' isimli kitabını bundan
dolayı yazmıştır.) Orada her türlü küfür ve isyanı işledikleri halde ,
muhakkik alimlerden hiçbiri ülke için kullanılan darul küfür isminin oradaki
mustezaflar hakkında kullanıldığını söylemedi. O gün Mısır halkı arasında alim
ve salih fakihler bulunmaktaydı.Bunlardan bazıları Ubeydilere güç yetiremediği
için imanını gizliyor ve öldürülme korkusundan dolayı Rasulullah(sav)in
hadislerini dile bile getiremiyordu. (İbrahim bin Said el-Habalın,
öldürülmekten korktuğu için hadis rivayet etmekten kaçındığı rivayet edilir.
Bkz. Mecmu'ul Feteva c.35 s.85) .... Zehebinin belirttiği gibi
Ubeydiler, Müslümanlar için Moğollardan daha kötü idiler. Onlardan bazıları
ashaba sövmek bir yana Peygambere bile açıkça sövüyorlardı.
Suyuti,
Ebu'l Hasan el-Kabisi den şöyle rivayet eder:
''Ubeydullah
ve mensuplarının, insanları ashaba 'Allah onlardan razı olsun' demekten
vazgeçirmek için öldürdüğü alim ve insan sayısı dört binden fazladır. Bu
insanlar bunu söylemekten vazgeçmeyip ölümü tercih ettiler. Ubeydullah keşke
sadece Rafızi olsaydı, Bilakis kendisi zındıktı.’’ (Suyuti
Tarihu’l-Hulefa 13)
Görüldüğü
gibi o gün Mısır’da fakihler vardı. Ebu Muhammed el-Kayravani el-Keyzani şöyle
der:
‘’Müslümanların
İslam’ın hükümlerinden uzak kalıp dinlerinden ayrılmamaları için onların
aralarında fakihler kalmıştı. Onlardan bazısı gizleniyor , bazısı da dinini
açıkladığı için öldürülüyordu. Kadı Ebu Bekir el-Bakillani bunu şöyle belirtir;
‘ Ubeydullah Batınilerden idi. Ve İslam dinin yok etmek isteyen kötü bir
insandı. Halkı saptırmak için alimleri fakihleri idam etti.’ ( Suyuti
Tarihu’l-hulefa 12)
Allah
Teala nın birliği, Muhammed (sav)in peygamerberliği , namaz oruç gibi İslam’ın
temel ilkelerinin açık olması ve kafirliklerine rağmen yöneticilerin
kendilerini Müslüman saymaları gibi durumların olduğu bir yerde ikamet edenleri
, İbn Hazm (rh) ın İslam’ın dışında görmemesi üzerinde düşünmek gerekir.
Bunun İslam ülkelerinin durumuna tıpatıp benzediğini inatçıların dışında kimse
inkar edemez.
Müşrikler
arasında ikamet edenler ile ilgili Rasulullah (sav) in hadisi de Darul İslam’ın
bulunduğu bir dönemde söylemiştir. Bu Mekke’nin fethinden sonra hicretin vacip
olduğu bir döneme rastlamaktadır. Müşrikler arasında ikamet etmelerine ve
dokunulmazlıklarının azalması ve velayetlerinin zayıflaması gibi cezalar ile
cezalandırılmış olmalarına rağmen , Rasulullah (sav) onları tekfir etmemiştir.
Müslümanların
fethettiği ve cizye ödemeleri karşılığında eski sahiplerinin ikamet etmelerine
izin verildiği veya fethetmelerine rağmen Müslümanların ikamet etmedikleri
beldeler ; bu beldelerde bir tek Müslüman dahi olsa , bulunan ve kimliği tespit
edilemeyen buluntu çocuk Müslüman olarak kabul edilir. Müslüman kişi yoksa
buluntu çocuk kafir olarak kabul edilir.
Müslümanların
önceden ikamet ettiği , ancak daha sonradan kafirlerim galip gelerek işgal
ettiği belde; Bu beldelerde ise bulunan bu kişinin Müslüman olduğuna tanıklık
yapacak bir kişi çıkmaz ise , buluntu çocuğun kafir olarak kabul edilir. Ebu
İshak ise, Müslüman olarak şöhret kazanan bir kişinin olmasından veya İslam’ını
gizleyen birinin bulunması ihtimalinden dolayı buluntu çocuğun Müslüman olarak
kabul edileceği söylemektedir.
Darul
İslam ile ilgili durumlarda işin mahiyeti budur. Aslen Darul küfür olan
beldeler hakkında ise şöyle der: ‘ Darul Küfür de Müslüman yoksa buluntu çocuk
kafir olarak kabul edilir. Orada ikamet eden Müslüman tacirler varsa beldenin
hükmüne binaen kafir olduğuna değil , İslam’ın üstünlüğüne binaen
Müslümanlığına hükmedilmesi en doğru olandır’
Aslen
darul küfür olan beldelerde bile buluntu çocuğun Müslüman sayılması konusunda
alimlerin İslam’ın üstünlüğü ve Müslümanların kanlarının dokunulmazlığı
ilkesine ne kadar özen gösterdiğine dikkat edilmelidir. Sonradan Darul Küfür
olan beldede bulunan kişiler için bu özen daha öncelikli olarak
gösterilmektedir
(30
Risale s.101-04)
Bu
risalede bahsettiğimiz konuların bütün yönlerini araştırmadık. Sadece söz
konusu âlimlerin bazı fetvalarını aktardık. Gerektiği zaman bazı konuları izah
etmeye çalıştık. Genel olarak kendi indimizden bir şey yazmadık. Zaten bizim
gibi cahiller kendi başına bu konuda konuşacak değillerdir.
Haddini
bilip onu aşmayana Allah rahmet etsin. Doğru yapmışsak Allah tandır. Yanlış ve
hata işlemişsek nefislerimizden ve şeytandandır. Allah'tan mağfiret dileriz.
Çaba bizden muvaffakiyet Allah'tandır.
DERLEME
EBU SELEME EŞ-ŞAMİ 09.10.2008
KÂFİRİ TEKFİR ETMEME MESELESİ
Şüphesiz
ki küfrü, kuran ve sünnette sabit olan kimseyi tekfir etmek kuran ve sünnetle
vaciptir. Çünkü muayyen bir kişiye iman ve küfür hükmü vermek bir sürü
hükümleri gerektirir. Başta akidevi konular olmak üzere, vela-bera, iktidar ise
ona karşı çıkmak ve onunla savaşmak gibi konular neredeyse dinin her konusuyla
ilgili hükümler ortaya çıkmaktadır. Fıkıh kitaplarında mürtedin nikâhı mirası
boşanması şahitlik gibi konular vardır. Hatta bazı âlimler riddeti abdesti
bozan unsurlar arasında zikretmiştir (Hanbeli mezhebi)
Muayyen
bir kişiyi tekfir etmek vacip dememizin anlamı bütün ümmetin üzerine vaciptir.
Riddet hükmünün ispatı ve onun cezasının uygulanması fertlerin görevi değil
ümmetin görevidir. Bu görevi ümmet adına halifeler, kadılar, müftüler ve
ehliyet sahibi ilim ehli yapar. Yani riddetin haddi ve sair haddler fertlerin
yapacağı iş değildir. Görevlilerin yapacağı iştir. Çünkü riddetin hükmünün ve
cezasının uygulanması için bir kişiden küfür fiili veya küfür sözü çıkmak
yetmiyor meselenin şartlarını ve manilerini araştırmak gerekir.
(kişiden
küfür fiilinin çıktığını ispatlayan araçlar ikrar mıdır, şahitler midir?
Dolayısıyla ikrarın şartları, şahitlerin gerekli sayıları, şahitlerde bulunması
gereken şartlar vs. vs. gibi şeylerin bilinmesi, aynı şekilde kişiden çıkan
fiil ve sözün açık küfür olup olmadığı, ihtimalli olması durumunda kişinin
niyetinin sorulmasının gerektiği, fiil ve söz açık küfür ise tekfir
manilerinden birisinin bulunup bulunmadığı gibi şeylerin araştırılması....)
Yukarıda
zikretmiş olduğumuz konular herkesin bilmesi mümkün olan konular değildir. Aynı
şekilde her mükellefin üzerine bilmesi farzı ayn olan konulardan da değildir.
Bir muayyeni bu konulara bakmadan tekfir etmek caiz olmadığı gibi riddet hükmü
vermek avam üzerinde değil ehliyet sahibi üzerine vacip olduğunu söylemiştik
Peki,
kâfiri tekfir etmeyip ona iman hükmü verenin durumu nedir?
Tabi
ki tekfir etmeme sebebi işlenilen fiilin küfür olduğunu itiraf etmesiyle
birlikte, kişide bir mani ve şüphe olduğunu zannetmek veya tekfir etmeyen kişi
mürcie olduğundan dolayı küfür olan söz ve fiilleri kalbin inkârı olmadan küfür
saymayabilir. Yada işlenen fiilin kendisi ihtilaflı bir konu olabilir.
Bu
zamanda kendilerini ilme nispet eden birtakım insanların indinde tartışma kabul
etmeyen şu kuralı kullanıp üzerine ahkâm inşa etmektedirler. Bu kural ise
'kâfiri tekfir etmeyen kâfirdir'
Bazıları
ise bu kurala şöyle bir ek yapar 'küfrü kat'i olan kâfiri tekfir etmeyen
kâfirdir'
Peki,
bu kuralın alanı ve hükmü nedir?
Konuya
girmeden önce şu bilinmelidir ki bahsettiğimiz bu insanlar bu kuralı çok kötü
bir şekilde kullanmaktadırlar. İnsanları toptan tekfir etmek için bu kuralı
adeta bir araç olarak kullanırlar.
Bu
konuda tek hüccet ise bu insanların falanı veya filanı tekfir etmemeleridir.
Umarız ki anlatacağımız şu hikâye ibret verici bir olay olur:
Şeyh
Makdisi şöyle der: “Ben, Pakistan’da iken tekfircilerden bir grup bu kuralla amel
ediyorlardı. Bin Bazı tekfir ediyorlardı. Bin Bazı tekfir etmeyenlerin
etmeyenlerini tekfir ediyorlardı. Aynı şekilde silsileye devam ediyorlardı. Bana,
Bin Baz'ın durumunu sordular dedim ki: “Bu gibi muayyenlerin kâfir olup
olmama konusunu bırakıyorum. Allah Rasulu (sav) şöyle buyurmaktadır: “Onu
bırak, insanlar Muhammed, ashabını öldürüyor demesinler”(Buhari)
Bugün
insanlara tağutları, ordularını, askerlerini tekfir etmek ağır geliyor ve
hazmedemiyorlar. Böyle bir konu ile meşgul olmak (insanlara tevhidi
anlatmak) kendilerini dine ve davete güya nispet eden bu hocalarla meşgul
olmaktan daha evladır.
Dolayısıyla
bu aşamada onlarla meşgul olmamızın gerekli olduğunu düşünmüyorum. Bana düşen;
siyaset, bey'at, imaret, tağutlar, tağutun orduları ve dostları konularında
sapık fetva ve inançlarından gençleri uyarmaktır.
Allah’tan
onlar için hidayet dilerim. Eğer sapıklıklarının üzerinde ısrar ederlerse tek
başlarına düşeceklerdir. Allah teala şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın
yardımı savaşta mu'minlere yetti.”(Ahzab 25)
Bu
sözümü beğenmeyip beni tekfir ettiler. Ben muvahhid bir gruba cuma namazı
kıldırdım. Onları da beni tekfir etmiyorlar diye arkamda namaz kılan herkesi
tekfir ettiler. Arkamda namaz kılanları tekfir etmeyenleri de tekfir
ettiler.....(Husnu'r Refeka s.22-23)
Bu
hikâye insanların dinlerini karıştıran bu cahillerin halini gerçek bir şekilde
göstermektedir.
Onlar
La ilahe illallah deyip şartlarını ve rükünlerini yerine getiren kimsenin
imanını (o cahillerin indinde) küfrü sabit olan falanı ve falanı tekfir
edene kadar kabul etmemektedirler. Halbuki bu (tekfir etmeyen) insanların
çoğu tekfirin şartlarını, usullerini, manilerini, muayyenin tekfir edilme
şartlarını bilmeyen insanlardandır. Bundan dolayı ilim ehlinin bile bazen
durduğu bu dikenli konulara girmek istememektedirler.
Özellikle
bir Müslüman’ı tekfir etmenin tehlikeli olduğu hususu, herkesin Allah’ın
dininde zaruretle bildiği bir konudur.
Bu
sapık inanç bahsettiğimiz insanların çoğunu bu batıl hüccet ile tekfir etmeye
itmiştir.
Müslüman’ı tekfir etme tehlikesi ve bir Müslüman’ı tekfir etmenin, bir kafiri tekfir etmemekten daha tehlikeli olduğu beyanı:
ibn
Ömer(ra) dan Rasulullah (sav) şöyle buyuruyor: “Kişi
Müslüman kardeşini tekfir ettiğinde o küfür ikisinden birine geçer."
Muslim’in bir
rivayetinde ise: “Eğer adam dediği gibi ise kâfirdir, değilse küfür ona döner.”
(Buhari-Ebu Davud)
İmam
Nevevi (rh) bu hadise şöyle bir başlık atmıştır
Bab:'Müslüman
kardeşine ey kafir diyen kimsenin imanının hali’ devamla
diyor ki:
Küfrün
dönmesi tevilinde ihtilaf edilmiştir. Denildi ki: Bu dönmek helal kılan
hakkındadır. Ve yine denildi ki: Bu müminleri tekfir eden haricilere
hamledilmektedir. Kadı İyaz (rh) bunu imam Malik (rh) tan nakleder.
Buhari
(rh) hadise şöyle bir başlık atmıştır:
'Tevil
olmadan Müslüman kardeşini tekfir eden'
bundan
anlaşılıyor ki, tevil olmadan Müslüman kardeşini tekfir etmek küfür bir
fiildir. Ancak Malikilerin ve hadisehlinin dışında âlimlerin cumhurunun tekfir
etmediği haricilerin durumu gibi tevil bulunduğu zaman Müslüman’ıtekfir eden
tekfir edilmez.
Şeyh
Ebu Basir diyor ki:Küfür açık olan kâfiri tekfir etmemek bir yanlış ve imanı bozan
akidevi bir sapıklık olduğu gibi, bir Müslüman’ı tekfir etmekte bir yanlış ve
sonu hiç iyi olmayan akidevi bir sapıklıktır. Şu bilinmelidir ki: Bir
Müslüman’ı tekfir etme konusunda hata yapmak bir kâfiri tekfir etmeme konusunda
hata yapmaktan daha tehlikelidir.
Sebepleri
ise şunlardır:
1)
Müslüman’ı tekfir etmek, Allah ve Resulünü tekzip etmeyi, kuran ve
sünnetle gelen şeri nasları reddetmeyi içerir. Çünkü hikmetli Şari (Allah ve
Rasulu) bu insanı İslam sıfatıyla vasıflandırmakta ve Müslümanların hak ettiği
hürmeti (değeri) ve hakları vermektedir. Onu tekfir eden ise onu küfür
sıfatıyla vasıflandırmakta ve onun İslam dairesinden çıktığına dair hüküm
vermektedir. Dolayısıyla onun misali Allah Teala nın helal kıldığını haram,
haram kıldığını da helal kılan, sırf hevası ve nefsi için bunu yapan kimsenin
misali gibidir. Bunun küfür olduğunda ise şüphe yoktur.
2)
Bir Müslüman’ı tekfir etmek ve onu küfür ve eğri yolla itham etmek
bu kişinin inandığı ve ondan dolayı Müslüman olduğu İslam’ı küfür saymayı
içermektedir. Halbuki Şari bu kişiyi Müslüman saymakta ve ona Müslümanların ve
müminlerin lehlerine ve aleyhlerine olan her türlü hakkı vermektedir.
Dolayısıyla bir Müslüman’ı tekfir etmek bu yönden imanı ve İslam’ı küfür ile
vasıflandırdığı için küfür ve sapıklık sayılır.
3)
Bir Müslüman’ı tekfir etmek ve onu küfürle itham etmek onu
öldürmek gibidir. Çünkü onu tekfir etmek tehlikeli sonuçlar doğuracak ve
İslam’ın tanıdığı bütün hak ve hürmetlerini yok sayacaktır.
Bunun
için şer’i naslar bir Müslüman’ı tekfir edeni tekfir etmiştir.
Muslim’in sahihinde
geçtiği gibi Allah Rasulu (sav) şöyle buyurmuştur:
“Bir
Müslüman’ı tekfir etmek onu öldürmek gibidir” ve yine; “Müslüman’ın
tümü, kanıda, malı da, ırzı da Müslüman’ın üzerinde haramdır”
Müslüman’ı
haksız bir şekilde tekfir etmek bütün bu hürmetleri ihlal etmektedir.
Allah
Rasulu (sav) şöyle buyurmuştur:
“Kim
bir mümine kendisinde olmayan bir söz sarf ederse bu sözün gerekçesini getirene
kadar cehennemin radğatul habalın da hapsedilecektir.”
(radğatul
habal: cehennem ehlinin kan ve irinlerinin toplandığı yedir)
Haksız
bir şekilde bir Müslüman’ı küfür ve dinden çıkmakla itham etmekten daha ağır ve
şiddetli bir söz var mıdır? Çünkü bu söz tekfir edilen kimsenin öldürülmesini
“Kişi kardeşine ey kâfir dediğinde sanki onu öldürmüş gibidir.” “Bir mu'mini lanetlemek
onu öldürmek gibidir.” (-sahihul camius-sağir s.710-) ve
Müslüman’ın bütün hak ve hürmetlerini yok saymak demektir.
Bunun
için ey Müslüman kardeşlerim: Acelecilikten, Allah’ın Müslüman kullarını tekfir
edilmesi konusunda vera (takva) azlığından sakının
4)Kâfiri
tekfir etmeme konusunda hata yapmak bir kulun hakkına karışmadan sadece
Allah’ın hakkında yapılan bir hatadır. Çünkü tekfir etmeyen kişi Allah’ın
hükmünde isabet etmemiş olur. Ancak Müslüman’ı tekfir etme konusunda hata
yapmak iki hatadır. Biri Allah Tealanın hakkıdır, ikincisi ise kulun hakkıdır.
Hâlbuki birinci hata bir ictihaddan veya tevilden kaynaklandıysa Allah Teala
onu bağışlayabilir. Ancak diğer hata Allah Teala kendi hakkını bağışlasa da:
Müslüman’ı haksız bir şekilde tekfir eden gerekçesini açıklayamadığı sürece
Allah Teala mazlum için zalimden kısas alacaktır...
Bundan
dolayı ilim ehli muayyen bir kişiye küfür hükmünü verirken çok ihtiyatlı ve
dikkatli davranmışlardır. Eğer bir kişinin işlediği küfür 99 yönden küfür
sayılıyor ve 1 yönden değil ise onlar bu tek yönle amel edip kendi dinleri için
ihtiyatlı davranarak bu kişinin haklarını koruyarak tekfir etmemişlerdir.
Aynı
şekilde âlimler bir muayyen kişiyi tekfir etme konusunda bir tereddüt veya zan
oluşursa yakini ve selameti isteyerek onu tekfir etmede dururlar. Bu şüphesiz
ki dışında hak olmayan tek doğru mezheptir. Açık deliller bunu desteklemekte ve
selefin ameli bunun üzerindedir. Bu meselenin beyanı ise açık sarih İslam’ı
ancak küfürden başka bir ihtimali olmayan açık bir küfür bozar.
Sahih
bir hadiste şöyle geçmektedir:
“...Onun
küfür olduğu konusunda elinizde Allah tan bir burhan (hüccet) olduğu sürece...”
Hattabi(rh)
diyor ki: 'bevehan' kelimesinin manası açık ve görülen, yaymak ve göstermekten
alınmıştır. Ve Burhan kelimesi konusunda Hafız ibn Hacer diyor ki: Tevil
ihtimali olmayan ayet ve sahih bir haberdir.
Bu
hadisin gereği şöyledir: “Onların fiilinin tevil ihtimali olduğu sürece onlarla
savaşmak caiz değildir.'' (Fethul bari c.B.s. 18)
Fetevayı
Hindiyyede şöyle geçmektedir ki: ''Meselede küfrü gerektiren yönler ve onu
engelleyen tek yön olduğu halde müftünün o yöne meyletmesi gerekiyor. Ancak
kişi küfrü gerektiren bir irade ile açıkladığı halde o zaman tevil ona
yaramaz.''
Gazali, Feysalut
Tefrika'da şöyle diyor:
“Tekfirin
her yerde kat’i bir şekilde idrak edilemeyeceği zannedilememelidir. Bilakis
tekfir malları helal kılan, kanları döken, cehennemde ebedi kalma hükmü veren
şer’i bir hükümdür ve o diğer şer’i hükümler gibidir. Bazen yakinle idrak
edilir bazen zanni galiple, bazen tereddütle. Ancak bir türlü tereddüt oluştuğu
zaman tekfirde durmak daha evladır.”
İbn
hacer Fethul Bari'de şöyle diyor (c.12
s.314):
Gazali
diyor ki: Başka bir yol bulunduğu sürece tekfirden sakınmak gerekir. Çünkü
tevhidi ikrar edip namaz kılanların kanlarını helal kılmak hatadır. Bin kâfiri
hayatta bırakma konusunda hata işlemek, tek bir Müslüman’ın kanını dökme
konusunda hata işlemekten daha ehvendir (hafiftir)...
Dinde
aşırıya gitmek, Müslümanlardan tekfir edilmesi sahih olmayan kimseleri tekfir
etmek, Müslümanların haklarını ve hürmetlerini hafife almak; İslam’ın dünyada
öldürmekle ve ahirette elim azap vaat ettiği sapık ve aşırı haricilerin
sıfatlarından ve ahlaklarındandır.
(Ebu
Basir Cehalet Mazerettir Kitabından alıntıdır)
Hariciler hakkında gelen bazı hadisler
Cabir
(ra) dan Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: ''Kuran
okurlar ama okudukları boğazlarından geçmez. Okun avdan geçerek çıktığı gibi
Kuran’dan (dinden) çıkarlar.'' (Buhari-Muslim-ibn mace-Ahmed)
Ebu
Said el-Hudri (ra) dan Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: ''Şüphesiz
bunun soyundan öyle bir topluluk çıkar ki, Kuran okurlar ama okudukları
boğazlarından geçmez. Bunlar putçuları bırakıpta ehli İslam’ı öldürürler. Okun
avı delip çıktığı gibi İslam’dan çıkarlar. Eğer o topluluğa erişirsem semud
kavminin toptan silindiği gibi onları da toptan silip öldüreceğim.”
Başka
bir rivayette (sahabelere hitap ederek)şöyle buyurdu: “Biriniz
onların namazı yanında kendi namazını, onların oruçları yanında kendi orucunu
küçük görür. Okun avı delip çıktığı gibi İslam’dan çıkarlar. Okun demir kısmına
bakılır ondan bir şey bulunmaz. Sonra okun giriş kısmına bakılır onda bir şey
bulunmaz. Sonra okun ağaç kısmına bakılır onda bir şey bulunmaz, sonra okun
tüylü kısmına bakılır ondada bir şey bulunmaz. Hâlbuki ok avın karnını delip
geçmiştir.” (Buhari-Muslim-Nesai-Ebu Davud)
Başka
bir rivayette ''Ümmetimin içerisinde ve insanların tefrikaya düştükleri zaman
ortaya çıkacak olanlar....Bunlar halkın en şerlilerindendir''
Ali(ra)dan
Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:
“Ahir
zamanda yaşları küçük, düşünceleri değersiz ve aşağı bir toplum ortaya çıkar.
Yaratıkların en hayırlısının sözünü söylerler... Onlarla karşılaşırsanız onları
öldürünüz. Çünkü onların öldürülmesi kıyamet günü onları öldüren için Allah katında
sevap olur.
Başka
bir rivayette ise''Onlarla savaşan ordu, Peygamberlerin (sav) dilinde kendileri
için ne gibi güzel vaat verildiğini bilseydi, artık başka amel işlemeyi bırakır
buna güvenirdi.
Ebu
Zer (ra)dan Rasulullah (sav) şöyle buyurdu : ''....dinden
çıkacaklardır. Sonra dine geri dönmezler. Bunlar halkın ve mahlûkatın en
şerlileridirler. (Muslim- ibn Mace-Darimi-Ahmed)
İbn
Ebi Evfa (ra)dan Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:
''Hariciler
cehennemin köpekleridirler."(ibn Mace ravileri güvenilir kimselerdir.
Ancak el-Ameş ile sahabe arasında kopuklu vardır der)
Haricilerin Bazı Özellikleri:
Şeyh
Makdisi; haricilerden bahsederek onların sıfatlarını anlattı. Biz ise bunu
özetleyerek aktarıyoruz….
-Müslümanları
tekfir etmek konusunda taşkın ve cesurdurlar. İbn Ömer bunlar için şöyle der:
‘Bunlar
insanların en şerlileridir. Kafirler hakkında inen ayetleri almış ve
Müslümanlara uygulamışlardır.’
(Buhari
muallak olarak ‘İnkarcıların ve Haricilerin öldürülmesi’ babında)
-Tekfir
ettiklerinin canlarını mallarını ve namuslarını da helal görürüler.
Muhaliflerini öldürür, mallarını ganimet olarak alır ve kadınlarını esir
edinirler. Bu ise Rasulullah (sav) in onlar için söylediği ‘Putperestleri
bırakır Müslümanlarla savaşırlar.’ Sözünün doğruluğunu gösterir.
-
Müslümanların en hayırlılarına karşı pervasızlıkları, haksızlıkları ve
taşkınlıkları, ispat edemeden ve sadece kötü zan ile insanların hatalarını
bayraklaştırmaları da temel niteliklerinden. Onların bu durumu ne kadar kibirli
olduklarını, nefislerine uyduklarını, Müslümanları nasıl hor gördüklerini ve
onlara nasıl tepeden baktıklarını gösterir.
-Şeri
delilleri almadan, Şarinin ondan maksadını kavramadan ve nassların neye delalet
ettiğini bilmeden hüküm vermeleridir. Anlayışları bozuktur. Nitekim Rasulullah
(sav) onları ‘akılca kıt’ (Muslim’in rivayet ettiği hadisten bir
bölümdür.) diye nitelemiştir. Sünnetin, kuranı açıklamasından kendilerini
mahrum bıraktıkları için bocalamışlar, meselelerde birbirlerini tekfir
etmişler, sonra tövbe etmişler ancak daha sonra yaptıkları bu tövbenin de hata
olduğunu söylemişlerdir. Bütün bunlar delillendirme yöntemini bilmedikleri ve
kavrayışlarını yetersizliği sebebiyle olmuştur.
-
Şeri ahkamda katı tutum tutunmaları, Allah Tealanın Müslümanlar için tanıdığı
kolaylığı tanımamaları ve ümmetin işini zorlaştırmaları da onların
vasıflarındandır.
-Müteşabih
ayetlere uyarlar ve muhkem olan ayetleri ölçü almazlar. Taberi,
Tahzibu’l-Asar’da , ibn Hacer’in sahih olduğunu belirttiği bir senet ile
hariciler hakkında ibn Abbas (ra) tan şöyle rivayet eder:
‘’Kur'anın
muhkemlerine iman ederler ancak müteşabihleri ile helak olurlar ‘’ (Fethu’l
Bari ‘Mürtetlere istitabenin uygulanması’ babında )
-
Batıl görüşlerini yaldızlarlar ve ona hak süsü verirler. Bu nedenle ciddi
bilgisi veya derin basireti olmayan kişiler onlara kanar ve peşlerinden
giderler. (30 Risale s.405-409)
Müslümanları tekfir eden haricilerin hükmü
İbn
Kudame(rh) şöyle diyor: ''Günah nedeniyle tekfir eden; Hz.Osman,
Hz.Ali, Hz.Talha, Hz.Zubeyri (r.anhum) ve sahabelerin çoğunu tekfir eden ve
kendileriyle beraber olanların dışında Müslümanların kanlarını ve mallarını
helal kılan hariciler ashabımızda muteahhir (sonra gelen) fakihlerin
sözünün zahirine göre bağilerdir. Onların hükmü bağilerin hükmü gibidir. Bu söz
Ebu Hanife, Şafii ve fakihlerin cumhurunun sözüdür.
Hadis
ehlinin çoğu ve Malik; Hariciler istitabe edilir derler. Tövbe
etmedikleri zaman kâfir oldukları için değil, fasit oldukları ve ifsat
ettikleri için öldürülürler.
….Hadis
ehlinden bir taife haricilerin mürted, kâfir olduklarını söylerler. Onların
hükmü mürtetlerin hükmü gibidir derler. Kanları ve malları helal kılınır. Bir
yere sığınıp güç sahibi oldukları zaman sair kâfirler gibi harb ehli olurlar ve
imamın elinde oldukları zaman mürtetlerin istitabe edildikleri gibi istitabe
edilirler. Tövbe etmedikleri zaman öldürülürler ve onların malları fey olur.
(Ganimet:
savaştıktan sonra kafir mallarıdır, Fey ise; savaş olmadan Müslüman gücü ve
korkusu ile kazanılan mallardır..)
Müslüman
varisleri onlarda miras almaz....(delillerini zikrettikten sonra)
.....Fakihlerin
çoğu haricilerin kafir olmadıkları ve baği olmadıkları görüşündedirler.
ibn
Munzir: Şöyle der:Haricileri tekfir edip onları mürtet ilan etme
konusunda hadis ehline muvafık bir kimseyi bilmiyorum. İnşallah sahih olan
görüş şudur ki: Hariciler savaşa başlamasalar da onların öldürülmesi caizdir.
Çünkü Peygamber (sav) Onları öldürmeyi emretti ve onları öldürene sevap vaat
etti. (el-Muğni c.14 s.58 ve sonrası)
Fethu'l
Mulhim kitabından alıntılar:
Hafız
ibni hacer şöyle der: Hadisten anlaşılıyor ki haricilerle savaşmak ve onları öldürmek
ancak onları hakka dönmeye davet ve onların mazeretlerini iptal etmek suretiyle
onlara hüccet ikame edildikten sonra caiz olur. Buhari, ayeti başlığında
yazmasıyla buna işaret etmiştir. Aynı zamanda hadis, haricileri tekfir
edenlerin delillerindendir. Bu görüş Buhari’nin yaptığının gereğidir.
Çünkü
onları mulhidlerle (kâfirlerle) beraber zikretmiştir. Sonra onlardan
tevil sahiplerini bir başlıkla ayırmıştır.
El
Kadı Ebu Bekir İbn'ul Arabî (rh) Tirmizinin şerhinde şöyle der:
Sahih
olan görüş kâfir olmalarıdır. Çünkü Rasulullah (sav) onlar hakkında şöyle
buyurdu:
''
İslam’dan çıkarlar, Ad kavminin helakı gibi bir helak ile onları öldüreceğim”
başka bir lafızda semud kavmi geçer. Bu iki kavimden her biri ancak küfür
sebebiyle helak olmuşlardır. Aynı şekilde şu hadis ''İnsanların
en şerlileridirler'' bu vasıfla ancak kâfirler vasıflandırılırlar. ''Allah Tealanın
en fazla buğz ettiği insanlardır''
Onlara
muhalif olanlara küfür ve cehennemde ebedi kalmakla hükmettikleri için bu hükmü
kendileri daha çok hak etmektedirler. Müteahhir âlimlerden bu görüşe meyl
edenlerden Şeyh Takiyyuddin es- Subki, fetvalarında şöyle der:
''Haricilerin
ve Rafızîlerin gulatlarını tekfir edenler, o iki taifenin sahabelerin meşhur
zatlarını tekfir etmelerini delil gösterdiler. Çünkü Peygamber (sav) in söz
konusu sahabelere yapmış olduğu cennet tanıklığını yalanlamış durumundadırlar.
Daha sonra devamla şöyle dedi: O huccet bana göre sahih bir huccettir.
Hafız
Keşmiri şöyle der: Hadiste geçen 'dinden marik' kelimesine gelince Hafız ibn Hacer
(rh) bu kelimenin evveli manasının mürtet olduğunu söyledi ve hadislerden bu
tefsirine şahitler nakletti. Bu isim yani dinden ve İslam’dan 'marık'lık meşhur
hadislerde haricilerin hakkında gelen isimdir. Dolayısıyla onların hükmü riddet
olmuştur.
Kurtubi
(rh) el-müfhim kitabında şöyle der: ''Ebu Said hadisinde gelen
benzetme haricilerin kâfir olduklarına dair olan görüşü te’yid eder. Zira
hadisin zahirinden kastedilen ‘Okun hedeften geçerek ondan (yada yaydan)
çıktığı gibi onlarda İslam’dan çıkmışlardır.'
Kadi
İyaz eş-Şifa kitabında şöyle der: Ümmetin sapık olduğuna veya
sahabelerin tekfir edilmelerine ulaştıracak bir sözü söyleyen her kimsenin
kâfir olduğunda şüphe yoktur.
İmam
Keşmiri(rh) şöyle der: Hak olan görüş 'marık' kelimesinin imandan
küfre daha yakın olmasıdır. Bu konuda bulduğum en açık delil, ibn Macede
geçen şu hadistir:
“Ebu
Umame diyor ki: Bunlar (hariciler) Müslüman idiler sonra kâfir oldular.
Dedim ki: ey Ebu Umame bu söz senin söylediğin bir söz müdür? yoksa
işittiğin bir söz müdür?
Dedi
ki: Hayır bunu Rasulullah (sav)den duydum.
(
Hafız Muhammed bin İbrahim el-yemani isarul hak eserinde bu hadisin isnadına
hasen dedi. Tirmizide bu hadisin özetine hasen demiştir. )
İbn
Hacer(rh) şöyle der: Sünnet ehlinden usul âlimleri, haricilerin fasık oldukları
kelime-i şahadeti telaffuz ettikleri ve İslam’ın rükünlerini yerine
getirdikleri için İslam’ın hükmünün üzerlerinde cari (geçerli) olduğu.
Ancak fasit bir tevile dayanarak Müslümanları tekfir ettikleri için fasık
oldukları ve bu tevil onların kendilerine muhalif olanların kanlarını ve
mallarını helal kılmalarına ve onlara küfür ve şirk hükmü ile şahidlik
etmelerine onları sürüklediği görüşünü seçmişlerdir.
Hattabi
şöyle der: İslam âlimleri haricilerin sapık olmalarına rağmen Müslüman
fırkalarından bir fırka olmaları onlarla evlenmek ve onların kestiklerini
yemenin caiz olduğu ve İslam’ın aslına tutuldukları sürece kafir olmadıkları
konusunda görüş birliği içindedirler.
Kadı
İyaz şöyle der: Neredeyse bu mesele en çelişkili meselelerden olmuştur. Fakih
Abdulhak imam Ebul Meali’ye bu mesele hakkında soru sormuşlar İmam Ebul
Meali ise ümmete bir kâfiri sokmak veya ümmetten bir Müslüman’ı çıkarmak
dinde tehlikesinin muazzam bir şey olduğunu beyan ederek cevap vermekten özür
dilemiştir.
Devamla
Kadı İyaz şöyle der: Bundan önce Kadı Ebu Bekir el-Bakillani de bu
konuda durdu ve dedi ki: Bu insanlar küfrü açık bir şekilde işlemediler ancak
küfre sürükleyen (ulaştıran) sözleri söylediler.
Kurtubi
el-Mufhimde şöyle der: Hadisten dolayı kâfir oldukları görüşü daha
kuvvetlidir... Tekfir bahsi tehlikeli bir konudur ve biz selamete eşit bir şey
saymıyoruz.
(
Fethu'l Mulhim kitabından 5.cilt sayfa153 ve
sonrasındakiler özetlenerek aktarılmıştır. Araştırmak isteyenler için orada
uzun bir bahis vardır. Müellif (rh) bahsin sonunda haricilerin tevili fasit
olduğundan dolayı haricilerin kâfir olduğunu söyleyen görüşü tercih eder.)
Şeyh
Ebu Basir şöyle der: Derim ki şüpheler güçlü olduğu kadar ve şeri bir dayanağı olduğu
kadar sahibini mazur kılar. Şüphelerin gücü ve dayanağı olduğu kadar sahibini
mazur kılar. Şüphelerin gücü ve dayanağı yok olduğu, sahibi kafi şeri hüccet
gördüğü zaman ona mazeret kalmaz. Dolayısıyla ilim ehli Hariciler ve
benzerlerine küfür hükmü verme konusunda ihtilaf etmişlerdir. Kimisi onların
tekfirinde tevakkuf edip onları baği Müslüman saymış kimisi de onları İslam dan
çıkaran kafir hükmü vermiştir. Bu ihtilafın sebebi her iki kesimin Haricilerin
küfrüne mani olan şüphelere bakış açılarının farklılığıdır.
İbn
Teymiyye (rh) (Feteva c.28 s.5185) şöyle diyor:
’
(alimler haricilerin) tekfirinde ihtilaf etmişlerdir. Malik ve Ahmedin
mezhebinde 2 görüş vardır. Şafii mezhebinde de onları tekfir etme hususunda
ihtilaf vardır. Ahmedin mezhebindeki iki görüşten biri onların baği
olduklarıdır. İkincisi ise mürtet kafir olduklarıdır. Dolayısıyla onlarla
savaşa başlamamız, onlardan alınan esirleri öldürmemiz ve onlardan kaçanları
takip etmemiz caizdir. Onlardan ellerimize esir düşen kimseye mürtet gibi
istitabe uygulanır, yoksa öldürülür…’
Sonra
şöyle dedi: ‘Hz. Ali(ra) ve diğer imamların hariciler hakkında söylediği
sözlerden anlaşılan, hariciler İslam ın aslından dönen mürtetler gibi kafir
değillerdir. Bu görüş Ahmet ve diğer imamların kendi sözleri olarak nakledilen
görüştür. Buna rağmen onların hükmü Cemel ve Sıffın'da savaşanların hükmü gibi
değildir. Bilakis onlar üçüncü bir çeşittir. Bu görüş onların hakkında
nakledilen üç görüşün en sahih olanıdır.’
(Ebu
Basir) derim ki: Hariciler ve onlar gibilerin sapıklıkları şüphelerinin hacmi
çeşidi, güçlülüğü, zayıflığı yönünden birbirine eşit değildir. Yine onların
sapıklıkları ve İslam dan uzaklaşmaları derece olarak bir değildir. Dolayısıyla
her durumun farklı hükme sahip olması kaçınılmaz bir şeydir. Onlardan her
şahsın, kendi şüphelerinin hacmine ve çeşidine, sapıklığının derecesine bağlı
olan, farklı hükmü vardır.
Biz
genel olarak deriz ki: kişi ister haricilerden ister başkalarından olsun,
tekfirin şartları yerine gelip manileri ortadan kalktığı zaman, o kişinin
muayyen olarak tekfir edilmesi gerektiğine inanıyoruz. Dolayısıyla kişinin
hakkında tekfirin şartları bulunduğu zaman kişinin haricilere veya başka sapık
fırkalara mensup olması tekfir manilerinden biri sayılmaz. (Tekfir
Kuralları s.214)
Tekfirin
şartlarını ve manilerine bilmeyen avam veya âlimin, muayyenin tekfirine
dalmasının imanın şartlarından olması mümkün olmadığı gibi, bu iş değil vacip,
caiz dahi değildir...
Şeyh
Ebu Basir’e şöyle soruldu:
Soru:Bazıları
şöyle diyor: Sadece alimler muayyen bir şahsı tekfir etmeye kalkışabilirler.
Onlardan başka hiç kimsenin (muayyen şahsı) tekfir etmesi caiz değildir.
Bu söz ne kadar doğrudur.
Cevap:
Elhamdulillahi Rabbil Alemin. Bu söz mutlak anlamda söylenirse doğru değildir.
Bir yönden doğru bir yönden yanlıştır.
Tekfir
edilmesi istenen muayyen kişinin küfrü müteşabih, ihtimalli, şartlara ve
manilere bakılması gereken bir küfür olduğu halde, bu söz doğrudur. Çünkü bu
tür tekfirin şüphesiz ki ilme içtihada ve takvaya ihtiyacı vardır. Dolayısıyla
avam halkın; vasfı ve hali böyle olan kimselerin tekfirine girmelerini tavsiye
etmiyoruz, ilim ehline sormaları gerekir.
Tekfir
edilmesi istenen muayyen kişinin küfrü, Yahudiler Hıristiyanlar Mecusiler
putperestler komünistler ateistler ve İslam’ın ana temellerini yalanlayanların
küfrü gibi açık ve net olduğu halde, bu söz (yani sorulan soruyu kast
ediyor) yanlıştır. Zira avam olsun alim olsun herkes bu tür kafirleri
tekfir etmelidir. Burada tekfir eden kişinin ilim ve içtihat ehlinden olması
şart değildir. Bilakis Müslümanların avamlarından her biri bu tür suçlu
kafirleri tekfir etmeli ve onlardan beri olmalıdır.
Zira
Müslümanların avamı, kafiri-müminden, şirki-tevhitten ayıramadan,
şirkten-müşriklerden ve tüm kafir milletlerden bera akidesini nasıl
diriltecebilecekler ki??! Malumdur ki küfrü ve kafiri bilmek; küfürden ve
kafirlerden beri olmanın gereklerindendir. Dolayısıyla hak ehli ile batıl
ehlini ve tevhitle şirki birbirinden ayırmak gerekiyor. Aksi takdirde bir şeyi
bilmeyen o şeyi vermeye güç yetiremez.
Soru:
Tekfirciler kimlerdir. Müslüman toplumlarında asl olan İslam mıdır? Yoksa küfür
müdür?
Cevap:
Elhamdulillahi Rabbil Alemin. Bu soru yanlıştır. Belki şöyle demek istedin;
tekfirde aşırıya gidenler kimlerdir?
İnsanların
arasında yaygın olan ‘tekfirci’ kelimesi Muhammed (sav), Sahabe-i kiram (r.anhum)
ve onlara güzellikle tabi olanları da kapsar. Çünkü onlar , Allah’ın küfür
hükmünü verdiği, tekfir edilmeyi hak eden kimseleri tekfir ediyorlardı. Ancak
tekfir de aşırıya kaçanlar, aşırılığa ve ifrata düşmüşlerdir. Dolayısıyla,
zanla ve küfür derecesine ulaşmayan günah ile tekfir etmişlerdir. Böylece
mutlak (genel) sözlerinde ve verdikleri hükümlerin çoğunda, ilk
haricilerin yoluna muvafık olmuşlardır.
Sormuş
olduğun sorunun ikinci kısmına (Müslüman toplumlarında asl olan….)
gelince;.. eğer insanları kast ediyorsan, İslam'a muhalif bir fiil izhar
etmedikleri sürece, evet onlarda asl olan İslam'dır. Yok eğer o toplumlara
egemen olan rejimleri ve kanunları kast ediyorsan, onlar cahili-kafir
rejimlerdir.
(Ebu
Basir ‘Tekfirin Kuralları’ s.219-230 arası özetlenerek aktarılmıştır.)
Bu
konuyu şöyle açıklayabiliriz: genel olarak dinin bütün konularında başta tekfir
konuları olmak üzere akidevi konularda fıkhi konularda veya dinin en basit
konularında konuşmak ancak ilimden sonra caiz olur.
Bunun
için İmam Buhari (rh) şöyle bir başlık atmıştır: ''İlim söz
ve amelden önce olmalıdır'' Dolayısıyla taharet meselelerinde dahi
ilimsizce konuşmak caiz olmadığı gibi; tekfirin şartlarını ikrah, cehalet,
tevil, intifaul kast gibi manilerini bilmeden muayyenin tekfir edilmesinin caiz
olmaması daha evladır.
Bu
görüş Allah’ın dininde kabul etmiş olduğumuz görüştür. Biz deriz ki her insan
akidesini ve dinin emirlerini öğrenmelidir. Aynı şekilde imanı bozup küfre
sokan her türlü fiilden sakınmalıdır. Bu söz haktır. Ancak bu söz ile muayyen
kişilere iman küfür hükmü vermek arasında ne yakından nede uzaktan hiçbir
alakası yoktur...
Bir
kişi küfür fiili işleyen bir muayyenin hükmünü bilmesine ihtiyaç duyduğu zaman
dinin sair hükümlerini öğrenir gibi bu meseleyi ehliyet sahibi bir ilim adamına
sormalıdır yada tekfir konusunun bütün usullerini ve feri konularını öğrenmek
zorundadır. Bence böyle bir şey kısa zamanda mümkün değildir. Her kişi içinde
mümkün değildir. Çünkü böyle meselelerde hüküm vermek için kişi içtihat
mertebesine ulaşmış olmalıdır. Zira bu meseleler dinin en zor en tehlikeli ve
en kritik konularındandır. Nice âlimler bu meselenin eşiklerinde durmuşlardır.
Bundan dolayı İslam devletinde bu meseleler alimlerin müçtehit olmasını şart
koştuğu kadının görevlerindendir.
NOT:
insanlar arasında küfrü meşhur olan ve mutevatir bir şekilde İslam’a savaş
açtığı, İslam’ın ehline buğz ettiği, küfür eylemleri işlediği ve alimlerin onun
hakkında küfür fetvaları verdiği kimseyi avamlarda tekfir edebilir.
Ancak
insanların imanını sahih saymak için falanı veya falanı tekfir etmelerini şart
koşmak açık bir bidattir. Sarih bir delalettir. Nasıl olmasın ki.Bu sözle amel
edenlerin bir selefi yoktur.
Akide
konularında konuşan hiçbir alim böyle bir şarttan bahsetmemiştir. İşte şeyhul
İslam ibn Teymiyye (rh) şeriatı ilk değiştiren tatarların zamanında
yaşamıştır. Tatarlar şeriatı bırakıp Yesakkanunu ile hükmedip dinden
çıkmışlardır. Ancak şeyhul İslam ibn Teymiyye(rh) o dönemde yaşayan Müslüman
avamların imanlarını sahih saymak için Tatarları tekfir etmelerinin şart
olduğunusöylememiştir. Halbuki onların zamanındaki Müslümanların büyük bir
kısmı hatta bazı alimler bileTatarları tekfir etmemiş ve Tatarlar kelime-i şahadeti
telaffuz ettikleri için onlara Müslüman hükmüverenler dahi olmuştur. Buna
rağmen ne ibn Teymiyye (rh) nede o zamanda yaşayan ehli sünnetalimlerinden hiç
kimse onları tekfir etmemiştir.
Aynı
Hafız ibn Kesir (rh) Şeriatı ilk değiştiren tatarların kafir olduklarında
icma nakletmiştir. Ancak onları tekfir etmeyenlerin kafir olduklarını
söylememiştir.
Kafiri tekfir etmeyen kafir midir!?
Bu
kuralı eski alimlerin kitaplarında ne küfür çeşitleri nede küfür sebepleri
arasında görmedim. Yani küfür olan söz, fiil ve tevhidi bozan unsurlardan
bahseden eski alimlerimiz 'kafiri tekfir etmemeyi' küfür sebebi olarak
zikretmemişlerdir.
Ancak
bazı eski alimlerimiz Yahudi ve Hıristiyanlardan bahsederken şöyle demişlerdir:
''Onlar
kafirlerdir. Onları tekfir etmeyen yada kafir oldukları konusunda şüphe eden
kimsede kafirdir''
Böyle
bir söz Kadı İyaz gibi bazı eski alimlerimizden nakledilmiştir. Ancak
inşallah ilerde belirteceğimiz gibi; böyle bir hükmü verme sebebi kafiri tekfir
etmemek değil, Kur'anda kati bir nassı yalanlamaktır. Çünkü Yahudi ve
Hıristiyan gibilerinin küfrü kuranda kati olan bir nasla sabit olmuş ve dinde
zaruretle bilinen konulardandır. Onları tekfir etmeyen ise Kur'anda kati bir
nassı yalanlamış olur. Bu şüphesiz ki açık bir küfürdür. Çünkü Kur'anın
herhangi bir harfini yalanlamak; bu harfin konusuna bakmadan küfürdür. Bu
harfin konusu ister bir Müslüman’ı tekfir etmek, ister bir kafiri tekfir
etmemek, isterse daha küçük bir şey olsun önemli değildir. Çünkü meselenin
illeti tekziptir.
Örneğin:
Kim iftira haddinin 81 sopa olduğunu söylerse, Kur'anda iftira haddini
açıklayan ayeti gördükten sonra (ikametul hücce) ısrar ederse kafir
olur. Tabi ki bu meselede illetin şartı söz konusu ayetin manasının kati
olmasıdır. Yani söz konusu ayet delaleti kati bir ayet olmalıdır. Dolayısıyla
söz konusu ayetin manası ihtimallere açık olduğu zaman tekfir etmek söz konusu
değildir. Örneğin: "kadınlara dokunduğunuz zaman" (Maide 6)
Muasır
cihad alimlerimiz meseleyi bu şekilde beyan ederler. Bu meselede küfrün sebebi
kafiri tekfir etmemek değil, Kur'an ve sünneti yalanlamak olduğunu söylerler.
Şeyh
Makdisi şöyle der:Tekfir konusunda yapılan en yaygın hatalardan biri de ‘Kafiri
tekfir etmeyen kafir olur’ kuralının, gerekli ayırım yapmaksızın herkes için
kullanılmasıdır. Bu kuralın kötüye kullanılması gençler arasında genel bir
musibet umumi bir bela olmuştur. Öyle ki aşırıların liderliğini kimileri ;
bu kuralı dinin aslı ve sıhhatinin şartı saymakta, İslam’ın varlığını veya
yokluğunu ona bağlamakta, vela ve bera ilişkilerini bu kurala göre uygulamakta
ve bu kuralı mutlak olarak kullanan kişileri Müslüman dostları olarak kabul
edip, bu kuralın bazı unsurlarında onlara muhalefet edenleri ise düşman sayarak
tekfir etmektedirler…
Böylece
anlaşılmaktadır ki, bu kuralı hakikati ve açıklaması şu şekildedir:
Kuran
veya sünnetin açık ve kesin olarak kafir olduğunu belirttiği ve tekfirin bütün
şartlarının bulunduğu ve engellerin kalkmadığı kişiyi tekfir etmeyen kimse,
kuran ve sünneti yalanlamış olacağından, icma ile kafir olur. Delillerini
gördükten sonra ve alimlerin görüşlerini öğrendikten sonra bu kuralın gerçeği
ve tefsiri budur.
Kişi
açık nassı bildiğini ve buna rağmen onu reddettiğini açıklayıp itiraf
etmedikçe, onu bundan dolayı sorumlu tutmak, dolayısıyla tekfir etmek doğru
olmaz. Bu kuralın gerçeği budur. Çünkü o takdirde mesele dolaylı olarak veya
meal yoluyla tekfir etmeye dönüşür. Meal yoluyla tekfir etmenin yanlışlığı ve
ancak mezhep sahibinin mezhebinin lüzumunu bilmesi ve kabullenmesi halinde
mezhebinin hükmünün onu bağlayacağını ileride belirteceğiz…
İbn
Teymiyye (rh)ın ittihat fırkasının küfür sözlerini aktardıktan sonra şöyle der:
‘Bu
anlamların hepsi ‘El-Fusus’ isimli kitabın sahibinin sözleridir. Bu kişinin
hangi akide üzere öldüğünü Allah telala bilir.’ (Mecmuul
Fetava c.2 s.284 ayrıca c.2 s.91 Daru İbn Hazm baskısı)
Bütün
bunlar, imamların insanları tekfir etme konusunda, özellikle ihtimalin
bulunması veya hangi akide üzere öldüğünün bilinmemesi halinde ne kadar
ihtiyatlı hareket ettiklerini göstermektedir…
İbn
Teymiyye(rh) tekfir konusunda yapılan hataların sebeplerini (bu
mazeretle hakkında daha fazla bilgi için bkz; İbn Teymiyye Raful Melam anil
Eimmetil Alam s.20);
1)Delillerin
çatışması. Bu ise delillerin tevil edilmesini gerektirir.
2)Kişinin
İslam'a yeni girmiş olması yada uzak bir çölde yaşamışolmazı veya buna benzer
başka bir sebepten dolayı bazı nassların kendisine ulaşmamış olması
3)Nasların
kişinin yanında sabit olmaması
4)Kişinin
yeterince ilim sahibi olmaması sebebi ile, kendisine ulaşan nasları anlamada
eksik kalması
5)Kişinin
doğruyu aramasına rağmen, kendisinin mazur sayılmasına sebep olacak bazı
şüphelere kapılmış olması(30 Risale s.195)
Şeyh
Makdisi bu kuralın yanlış kullanıldığının örneklerinden birini şöyle
aktarır;
Abdullatif
bin Abdurrahman bin Hasan Aluş Şeyh (rh) ; ‘Abd bin Abdurrahman bin Hasandan
Abdulaziz el-Hatib e’ başlığını kullanarak şöyle der: ……..
64
yılında İhsa da aslen Farisli olan sizin gibi iki kişi gördüm. Bunlar cemaate
ve cumaya gitmiyorlar ve o memlekette bulunan Müslümanları tekfir ediyorlardı.
Gerekçeleri ise sizin gerekçeleriniz gibi aynı sebeplerdi. Derler ki İhsa halkı
İbn-i Feyruz ve benzerleri ile oturup kalkarlar. Ki İbn Feyruz tagutları ve
imam Muhammed in davetini kabul etmeyip düşmanlık yapan dedesini tekfir
etmemektedir. Dolayısıyla bu halde olan dedesini açıkça tekfir etmeyenler,
Allah Tealaya küfretmiş ve tagutu inkar etmiş olurlar. Onunla oturup kalkanlar
onun gibidirler. Yalan ve yanlış olan bu iki esas üzerine küfür hükümlerini
bina etmişler ve selamı almayı dahi terk etmişlerdir. Durumları bana iletildi,
kendilerini çağırdım ve tehdit ettim. Ağır şeyler söyledim. Önce Muhammed bin
Abdulvehabın akidesinde olduklarını iddia ettiler. O anda toplantıda olan
bilgiler ile şüphelerini ortaya çıkardım ve sapık anlayışlarını çürüttüm. İmam
Muhammed in bu akide ve mezhepten beri olduğunu söyledim. Çünkü kendisi küfür
olduğunda icma edilen şirk, Allahu Tealanın ayetlerini ve resullerini inkar
gibi konular dışında insanları tekfir etmezdi. Bu tür konularda da öncelikle
insanlara hüccet ikamesinde bulunur ve tekfir için gerekli olan araştırmayı
yapardı. Ki iman ile ilim ehli de zaten bu konuda icma etmişlerdir.
Adı
geçen bu kişi pişmanlık duyarak tövbe ettiler ve hakkı anladıklarını iddia
ettiler. Ancak sahile gittiklerinde eski söylemlerine geri döndüler. Daha
sonraları ise, mısır hükümdarı ile mektuplaştıklarını gerekçe göstererek
Müslümanların imamlarını ve hatta imamların mısır hükümdarı ile yazıştıkları
esnada mecliste bulunan diğer kişileri dahi tekfir ettiklerini duyduk.
Hidayetten sonra delalete düşmekten Allah Tealaya sığınırız.
Sonuç
olarak ve şimdiye kadar aktardığımız ayrıntılı bilgilere dayanarak diyoruz ki: Yönetici
konumundaki tagutların, onların yardımcılarının, asker ve ordularının tekfir
edilmesi konusunda kendisine göre çelişkili bulduğu nasslardan (burada
‘kendisine göre’ dedik çünkü hiçbir konuda vahyin nassları arasında çelişki
olmaz.
Allah
Teala şöyle buyurur: ‘Elif Lam Ra! (bu sana indirilen), hikmet
sahibi ve her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından
ayetleri sağlamlaştırılmış, sonrada (her yönüyle) açıklanış bir kitaptır.’(Hud
suresi 1)
Eksik
anlama veya nassları uzaklaştırma ve her birini yerli yerinde kullanma
bilgisinin yetersizliğinden dolayı yahut sahih veya sabit olmayan şeyler ile delillendirme
yada sahih olduğu halde kişinin eline geçmemesi veya nasih mensuhu bilmeme önce
gelen ile sonra gelen nassları seçmeme veya bilinen birleştirme ve tercih
yollarını anlamama sebebiyle zihinlerde çelişki ortaya çıkabilir.) veya içinden
çıkamayacağı müşkillerden dolayı, onların tekfirinde duraksayan kişileri biz
asla tekfir etmiyoruz. (ilimde yeterince derinleşmemiş olan
bazıları; La İlahe İllallah dedikleri için veya namaz kıldıkları için yada
yukarıda birer birer açıkladığımız başka şüpheler sebebiyle onları tekfir
etmekten kaçınmaktadır.) Sırf bu muhalefetlerinden dolayı Tevhit akidesine
sahip oldukları ve duraksamalarının sebebi bilgisizlikleri, bazı şüpheleri veya
zihinlerinde nassların çelişmesi olduğu sürece onlar hakkında ‘Kafiri tekfir
etmeyen kafir olur’ kuralının uygulanmasını da doğru görmüyoruz. Çünkü bu
sebeplerden dolayı tekfirde duraksamak, tagutları ve destekçilerini tekfir
etmeyi gerektiren açık nassları inkar etmeyi veya reddetmeyi gerektirmez. Yeter
ki bu durumları, onları, küfre götüren bir fiili işlemeye sevk etmesin. Onların
ordularına katılmak, onlara yardım etmek, küfür kanunlarını desteklemek,
yasalaştırılmasına katılmak, uygulamak, korumak ve hakem tanımak gibi açık bir
küfre girmemeleri şartıyla duraksamalarını anlayışla karşılıyoruz. Allah ın
izni ile bu bölümün sonunda bunlar üzerinde daha da duracağız. Bu
söylediklerimiz, ilk defa söylediğimiz sözlerde değildir. Aksine bundan bu
sözlerin benzerini söyledik.
İbn
Teyniyye (rh) Ubeydilerin insanların en kafirlerinden olduğunu belirtmektedir.
Nasıl bir irtidat içinde oldukları ve şeriatı nasıl değiştirdikleri
bilinmektedir. Onlardan masum bir imamın bulunduğunu ancak cahil veya bilmeden
konuşan bir zındığın iddia edebileceğini söylemektedir. Ancak onların mümin
olduğunu söyleyip, tekfir etmeyenin kafir olduğunu söylemediği gibi defalarca
mutlak olarak kullandığı ‘kafiri tekfir etmeyen kafir olur’ kuralını da böyle
bir kişi için uygulamamaktadır. ( Mecmu’ul Fetava c.35 s.79)
Şöyle
der: Bunların (ubeydilerin) münafıklardan olduklarına, Müslüman olarak
görünüp aslen kafir olduklarına ümmet ve bu ümmetin imamları şahitlik
etmektedir.onların mümin olduğuna şahitlik yapan kişi, bilmediği bir şeye
şahitlik yapıyor olabilir. ( Mecmu’ul Feteva c.35 s.80)
Şöyle
devam eder; ‘Durum böyle olunca, onların nesebinin veya imanının sahih olduğuna
kim şahitlik ederse, en azından bilmeden şahitlik etmiş olur. Bu ise imamların
ittifakı ile haramdır. ( Mecmu’ul Fetava c.35 s.81)
Şeyhul
İslam İbn Teymiyye (rh) ın bu sözüne dikkat edilmesi gerekir. Çünkü küfürleri
günümüz tagutlarından daha az olmayan Ubeydileri tekfir etmeyenleri kafir
olarak saymamaktadır. Sakın ifrat ile tefrite kaçarak bu kuralı dinin temeli ve
İslam ın varlığı veya yokluğunu ona bağlayanlardan olma… insanların en
kötüleri olsa da tagutları tekfir edenleri yakın dost sayan, cehalet veya
içtihat nedeniyle ona muhalefet edenleri düşman hatta Allah’ın düşmanı
sayanlardan olma. Beni de senide yanılma ve ayakların kaydığı yerlerden
korumasını ve sözü dinleyip en iyisine uyanlardan kılmasını Allah Teala dan
dilerim..
İbn
Teymiyye nin şu sözünü hatırlatmak isterim; bidat ehlinin ayıplarından biri;
birbirlerini tekfir etmeleridir. İlim ehlinin güzel vasıflarından biri;
birbirlerini tekfir etmeden hatalarını birbirlerine aktarmalarıdır. Bunu sebebi
ise; küfür olmayan bir fiili, birinin küfür zannetmesini engellemektir. Halbuki
bu fiil küfürde olabilir. Çünkü kendisi bunun peygamberi yalanlamak ve Allah
Tealaya sövmek olduğu kanaatine varmıştır. Ancak bir başkası bu kanaate
varmamış olabilir. Kişinin durumunu bildiği kişiyi tekfir etmesi, durumunu
bilmediği kişiyi de tekfir etmesini gerektirmez. (
Minhacu's-Sunne c.3 s.63)(30
Risale s.197-202)
Şeyh
Makdisi şöyle der: Bu kuralı araştırdım ve birbirine yakin lafızlarla eskiden
geldiğini gördüm Alimlerin çoğu bazı küfür söz ve fiillerin tehlikesinin
büyüklüğünü göstermek için bu kuralı kullanmışlardır. Şöyle demişlerdir:
''Kim
falan sözü söyler veya falan fiili işlerse kafir olur. Onu tekfir etmeyenlerde
kafir olur'' Ancak uygulamada bunu zincirli bir şekilde uyguladıklarını
görmedim. Yani tekfir etmeyenlerin tekfir etmeyenlerini tekfir etmemişlerdir..
(Husnu'r
Refeka s.22)
Şeyh
Ebu Basir şöyle der:Hıristiyanlar nerede olurlarsa olsunlar kafirdirler. Allah Teala
şöyle buyurmuştur: ''Andolsun ki: Allah ancak Meryem’in oğlu Mesih’tir diyenler kafir
oldular.(Maide 72) Hıristiyanları tekfir etmeyen kuranı reddetmiş ve
Allah Tealanın ayetini tekzip etmiştir. Bu açık bir küfürdür. Böyle bir konuya
ve bunun gibi konulara (kafiri tekfir etmeyen veya küfründe şüphe eden
kafirdir) bilinen kuralı hamledilir. (Cehalet Mazerettir)
Buna
göre meselede kafiri tekfir etmemenin herhangi bir tesiri kalmamıştır. Bunu
fark edip kurala küfrü kati olan kelimesini ekleyen ise kuralı tamamen yok
etmiştir. Çünkü dinin kati herhangi bir parçasını inkar etmek (bu parça
ister akidede olsun ister fıkıhta olsun ve ne kadar cüzi ve küçük olursa olsun)
küfürdür.
Örneğin:
fıkıh kitaplarında şöyle geçer: ''svakın (misvak) sünnet olduğunu inkar
eden kafirdir''
Çünkü
svakın sünnet olduğunu açıklayan hadisler mütevatirdir. Aynı şekilde mestlere
meshetme meselesini inkar edende kafirdir ve sebep svakın aynısıdır.
Dolayısıyla
meselenin temeli tekzip olmuştur ve bu mürcielerin bile kabul ettiği bir şeydir
(Zaten murcielerde tekzipten başka bir küfür yoktur.) Ancak her kafiri
tekfir etmemede kuranı yalanlamak olmayabilir. Özellikle mesele ihtilaflı bir
mesele ise (namazın terki gibi). Yada nassın bulunduğu halde muteber bir
tevil bulunursa karşı taraf tekfir edilmez. Bu çok önemli bir konudur.
Alimlerin çoğu fasit bir tevilden dolayı Müslümanları tekfir eden haricilerin
tekfir edilmesinden imtina etmişlerdir. Ve gördüğümüz gibi Müslüman’ı tekfir
etmek kafiri tekfir etmemekten daha büyüktür. Dolayısıyla kafiri tekfir etmeyen
tevil nedeniyle mazeretli olma konusunda haricilerden daha hak sahibidir.
Halbuki hariciler Ali (ra) ve Osman (ra) tekfir etmişler ve bazı alimlerce
tevillerinden dolayı tekfir edilmemişlerdir. Dolayısıyla bir tevil nedeniyle
kafiri tekfir etmeyen nasıl mazeretli olmasın ki!!!...
Burada
başka önemli konulardan biride şudur:
Kâfirin
şahsını tekfir etmeyen ile kâfirin fiilinin küfür olduğunu kabul etmeyen
arasında fark vardır. Yani küfrü mutlak ile küfrü muayyen arasında fark vardır.
Bu
meseleyi şu örnekle izah edebiliriz: Şeriatla hükmetmeyi bırakıp
beşeri kanunla hükmetmenin küfür olduğunu kabul eden ancak cehalet tevil vs.vs.
küfür manilerinden birisi nedeniyle şeriatı değiştiren muayyen kişiyi tekfir
etmeyenin tekfir edilmesi söz konusu değildir. Zaten tekfir manileri çoğu zaman
içtihadi konulardır ve alimler arasında ihtilaflı konulardandır.
Tekfir
manilerinin içtihadi bir mesele olduğunu göstermek için ikrah konusunu ele
alalım:
—Malikilere
göre açık küfür sözünün söylenmesine ruhsat veren ikrah ancak öldürmekle tehdit
edilen ikrahla olur.
—Hanefilere
göre ise öldürmekle ve azaların telef olmasıyla tehdit yada bu ikisinden
birisiyle sonuçlanacak işkence ikrah sayılır.
—Şafii
ve Hanbelilere göre ise uzun hapis ve malın telefi de ikrahtan sayılır.
—Aynı
zamanda bazı Zahiriler bütün bu şartlar kuran ve sünnette zikredilmemiştir.
Dolayısıyla lügat anlamıyla ikrah denecek herhangi bir eylem ikrahtan sayılır.
—Akrabaları
öldürmek veya hapsetmek konusunun ikrah sayılıp sayılmayacağı konusunda ihtilaf
etmişlerdir (edebi ikrah)
—Tehdit
edilen şeyin uzak veya yakin olması konusunda ihtilaf etmişlerdir.
—Yine
kavminde şerefli ve liderlik konumunda olan kişiye yapılan ikrah konusunda da
ihtilaf etmişlerdir.
Bu
saymış olduklarımız sadece ikrah içindir. Tekfir engellerinin ictihadi olduğunu
göstermek için yeterli olacaktır inşallah...
Şeyh
Makdisi şöyle der: Allah Teala: Deki: Ben sadece vahiy ile sizi ikaz ediyorum (Enbiya
45) ve ''(ey Müslümanlar) Rabbinizden size indirilene (kitaba)
uyun onun dışındakileri dost edinip de onlara uymayın'' (Araf 3)
buyurmaktadır.
Bunun
için Rabbimizin bize indirdiği bir şey dışında dinimizde hüccet
bulunmamaktadır. Vahye bağlı olmayan her kural ve asılda; hüccette yoktur
delilde yoktur. Bu kuralın sınırlarını ve uygulamalarını bilmek için onu ayakta
tutan delile baktık.
''Ayetlerimizi
ancak kâfirler bile bile inkâr ederler''(Ankebut 47) ayetinin dışında
başka bir delil bulamadık.
Âlimlerin
dediklerine göre inkar ancak ilimden sonra olur. Kalple olduğu gibi dilde de
olur veya ikisiyle beraberde olur.
Subuti
kati delaleti kati olan bir nas ile Allah Teala nın ve Rasul (sav)in tekfir
ettiği bir kâfiri tekfir etmeyen Allah’ın ve Rasulullah (sav)in kelamını inkâr
ve reddetmiş olur ve kim Allah ve Rasulunün kelamını inkâr ederse kâfir olur.
İşte
bu kaidenin temeli ve alanı budur. Malumdur ki tekfirin şartları ve manileri
vardır. Yani: Bir kişi hakkında tekfirin bir şartı bulunmadığı veya manilerden
birisinin bulunduğunu zannettiği için bir ilim talebesi bu insanı tekfirde
durursa; Böyle birisine kafir denilmez. Çünkü o Allah’ın kelamını reddetmemiş
ve hükmünü de inkar etmemiştir. Ancak bu kişi içtihad etmiş olur. Hakka isabet
ederse iki ecir vardır. Hata ederse bir ecir vardır. Bu hevaya ve mezhebe
taassup eden bir kimse için değil, müçtehit bir ilim talebesi için geçerlidir.
Bu
şekilde zahiri çelişkili olan delillerin bulunması nedeniyle; Küfrü muteber
ilim ehli arasında ihtilaflı olan bir kimseyi tekfir etmeyen kâfir olmaz. Çünkü
burada kâfiri tekfir etmemesinin sebebi; Allah’ı ve Rasulunü yalanlamak değil; (başka
bir delilin) delaletinin daha güçlü olması, ibaretinin daha açık olması
yada daha sabit olması veya Rasulunün kelamının bazısına tabi olmasından dolayı
o kişiyi tekfir etmemiştir Buna en güzel örnek namazı terk eden kimsenin
tekfiri meselesi gösterilebilir.
Aynı
şekilde bir kimseden kati bir fiil çıkmayıp ihtimalli bir fiil çıkan yada
tekfir için açık değil lazımı ile (neticesi ile) küfür sözü söyleyen kimseyi
tekfir etmeyen kişi kafir olmaz. Çünkü sahih mezhebe göre “mezhebin lazımı
mezheb değildir” ve netice ile tekfir etmek âlimler arasında ihtilaflı bir
konudur. (mezhebin lazımı neticesidir demek: mesela bir adam bir fiil işler
veya bir söz söyler; o söz veya fiilin kendisi küfür değildir ama netice
itibari ile küfre ulaştırır.)
Bu
gibi durumlarda kişinin tekfir etmemesi Allahın ve Rasulunün kelamını inkar söz
konusu değildir. Nitekim bir insana teslis inancına inanan kişi hakkında soru
sorulursa ve Allah Tealanın ''Allah Meryem’in oğlu Mesih’tir diyenler kafir
olmuşlardır''(maide 72) ve ''Allah üçün üçüncüsüdür diyenler
elbette kafir olmuşlardır''(maide 73) ayetlerini bildikten sonra,
"bu inanca sahip olan insanlar kafir değillerdir" veya "ben
bunları tekfir etmiyorum" derse bu sözden dolayı kafir olur. Çünkü bu adam
Allah Tealanın kitabındaki kati bir nassı inkar etmiş olur.
Kim
Allah Tealanın kati bir nasla tekfir ettiğini tekfir etmezse kâfir olur. Çünkü
Allah’ın kelamını inkar etmiş ve ona teslim olmamıştır. Allahın inkar ettiğini
dinden saymış olur. Allah Teala şöyle buyurur:''Allah fasık kavimden razı
değildir'' (tevbe 96)
Bu
örneğe kıyas ederek doğruya ulaşabilirsin...
Küfrü
açık olan ve delaleti kati, subuti kati bir nasla sabit olan kişinin tekfir
edilmemesi Allah’ın kelamını inkâr etmeyi küfürden razı olmayı ve bu küfrü
Allah’ın dininden saymayı gerektirir. Ancak bu şekilde olmayan, bilakis
delaleti zanni yada farklı manalarla ihtimalli olan müteşabih naslardan dolayı
tekfir edilen böyle değildir. Çünkü meselede tevil ihtimali olan tefsire ve
açıklamaya muhtaç olan çelişkili gibi görünen naslar vardır. Böyle bir durumda
bize muhalif olanları tekfir etmeyiz. Ancak tekfir etmemelerinin sebebi
kâfirleri dost edinmek onlara yardım etmek onlara sevgi beslemek ve
Müslümanlara karşı onlara yardım etmek ise bu açık bir küfürdür. (Husnu'r
Refeka s.18 ve sonrası)
Ve
önceden belirttiğimiz gibi ister avam olsun, ister alim olsun tekfirin
şartlarını yerine getirip maniler olmadıkça muayyenin tekfir edilmesi caiz
değildir.
Başka
bir yerde şeyh Makdisi şöyle der: Özellikle muayyen hakkında hüküm
verirken tekfirin manilerine bakmak kaçınılmaz bir şeydir. Nice insanlardan
küfür söz ve amel vuku bulabilir. O zaman o adam hakkında küfür sözü söylemiş
veya küfür fiili işlemiş denir. Ancak onun hakkında tekfirin manilerinden biri
bulunduğu zaman ona küfür hükmü verilmez. Bu çok büyük bir kuraldır. Şeyhul
islam İbni Teymiyye (rh) da bunu delillerini de zikrederek iman adlı kitabında
açıklamıştır. Kardeşlerime bu kitabı okumalarını, âlimlerin sözlerine
bakmalarını ve Allah Tealanın genişlettiğini daraltmamalarını tavsiye ederim.
Çünkü genel olarak sapıklığın sebebi cehalettir.
Çoğu
insanlar hakkın dar görüş ve sert mezhep ile olacağını zannederler. Böylece
işin sonunda tekfir konusunu geniş tutup Allah Teala ve Rasulullah (sav)in
tekfir etmediğini tekfir ederler. Bilsinler ki hak, müsamahakâr ifrat mezhebi
ile olmadığı gibi, sert tefrit mezhebi ile de değildir. Bilakis delillere uyan
doğru mezhep iledir.
İbn
Kayyim (rh) -igasetul lehfen min mesaidiş şeytan- adlı
güzel eserinde selefin bazısının şöyle dediğini nakleder:
''Allah
Tealanın emrettiği her emirde şeytanın 2 payı vardır.
1-İfrat
ve kusur
2-Aşırılık
ve tecavüz. Şeytan hangisini kazanırsa kazansın zafere ulaşmış olur.
(Husnu'r
refeka s.16)
Şeyh
Ali Hudayr şöyle der:Hükmün bilinmemesi ile vakıa ve halin bilinmemesi arasında ayırım
yapmak gerekir. Küfrü gizli ve batın olan, halleri ancak araştırmak ve
incelemekle mümkün olan mürtetlerin durumu konusunda kâfiri tekfir etmeyen ile
küfür eylemine küfür hükmü vermeyen arasında fark vardır. Sebebi ise muayyen
kâfiri tekfir etme işlemleri te'kide ve araştırmaya ihtiyaç duyar. Halin
bilinmemesi, küfür eylemini işleyip işlememesi, küfür manilerinden tali olup
olmaması, küfür eyleminde gizlilik ve ihtilafın olup olmaması gibi konular söz
konusu olabilir...
Örneğin:
Allah’tan başkasına secde eden ve Allah’tan başkası adına kurban kesen
kâfirdir. Ve kim Allah’tan başkası adına kurban kesmek küfür değildir derse oda
kâfir olur. Sebebi ise hükmün cehaletidir. Bu halin cehaleti gibi değildir.
Dolayısıyla
şöyle derse: "Ben sizin bahsettiğiniz muayyen kişiyi tekfir etmiyorum.
Çünkü bana göre bu adamın bu fiili işlemesi sabit değildir. Ancak Allah’tan
başkası adına kurban kestiği sabit olursa ben onu tekfir ederim'' bu sözü
söyleyen kişi hükmü değil şahsın halini bilmemiştir.
Hulasa
kâfiri tekfir etmeyen kişi eğer, kâfirin işlediği fiilin küfür olduğunu kabul
edip, zannettiği bir mazeretten dolayı kâfirin şahsını tekfir etmiyorsa bu
kişinin tekfir edilmesi söz konusu değildir. Eğer işlenen fiilin küfür olduğun
uda kabul etmiyorsa; söz konusu fiile bakılır. Eğer küfür olduğu tartışmalı bir
konu ise (namazı terki gibi) Bu kişinin tekfir edilmesi de, bidatçilik
hükmü verilmesi de söz konusu değildir.
Eğer
işlenen fiilin küfür olduğu kesin ise, deliline; bakılır subuti kati, delaleti kati
olan bir delil yada küfür olduğu dinde zaruretle bilinen bir eylem ise onu
küfür saymamak küfürdür(tekzibtir)
Eğer
delil bu dereceye ulaşmamış veya bir tevil söz konusu olursa tekfir etmeyen
kişi kâfir değil bidatçi olur.
Bazıları
şöyle der:Kâfiri tekfir etmeyen kişi kâfirdir. Çünkü bu adam tağuta
küfretmemiştir ve taguta küfretmek imanın sıhhatinin şartlarındandır. Allah
Teala diyor ki: ''Kim tagutu inkar edip Allah Tealaya iman ederse.....''(bakara
256)
Bu
şüpheye cevap vermeden önce bu konu hakkındaki muasır cihad âlimlerinin
görüşlerini naklediyorum:
Şeyh
Makdisi şöyle der: ''Bazı kardeşler bana şu şekilde itiraz ettiler. Mücmel imanı
haiz olan söz konusu avamlar, yani İslam’ın rükünlerini yerine getirip taguta
ibadetten ve yardımdan sakınan avamların çoğu iktidar tagutlarını tekfir
etmiyorlar. (tagutu tekfir etmeyen ona küfretmemiştir!!!!????) Hatta söz konusu
avamların bazıları tagutlara sevgi göstermektedir. Bazıları ise tagut
kendisine, çocuğuna veya köyüne iyilik yaptığı zaman yada bir hastane inşa
etmek gibi onlardan bir zulüm kaldırdığı zaman tagutlara hayır ile dua ederler.
Tabiî ki, tagutlar bu gibi şeyleri yaparak insanları kandırmakta ve onların
sevgisini kazanmaktadır. Hâlbuki hizmetler için harcanan paralar, o tagutların
ne kendi paraları nede babalarının paralarıdır. Bilakis bu harcanan paralar,
tagutların ümmetten gasp ettiği paralardır. Ve bazen insanlardan kaldırmış
oldukları bu zulüm; Kanun koymalarıyla ve insanları şirke sürüklemeleriyle
ortaya çıkan yeni zulmün yanında hiçbir şey değildir. Tagutlar ısrarla bu zulmü
sürdürürler.
Buna
cevap olarak şöyle deriz (Şeyh Makdisi devam ediyor):
Allah’ın
indirdikleriyle hükmetmeyen ve Allahın izin vermediği kanunlar çıkartan iktidar
tagutlarını tekfir etmemek büyük bir çelişki ve cehalettir. Bunun kaynağı ise
cehmiyye akidesidir. Bu akide ise bugün Müslümanlar arasında yayılan mürcie
akidesinin etkilerindendir. Biz bunu başka yerde açıklamıştık.
Bu
cehalete düşenler söz konusu tagutlara İslam hükmü vermek için tagutların namaz
kılmalarını, La ilahe illallah kelimesini telaffuz etmelerini ve bunlar gibi
mürcielerin yaymış olduğu şüpheleri huccet (delil) olarak
göstermektedirler.
Bu
şüpheler avam halka ve yaşlılara mahsus değildir. Bilakis bu zamanda ilme ve
davete mensup olan kişilerin çoğu bu şüpheleri nakleder ve yayarlar. Biz onlar
hakkında sapık ve cahildirler deriz. Onların çoğu mürcie akidesini ve hatta
farkında olmadan cehmiyyenin akidesinden bazı şeyleri benimsemektedirler
Bütün
bunlara rağmen tevhit ehliyle bu gibi kimseler arasındaki ihtilaf tagutlara
iman- küfür ismini vermek babında kaldıkları sürece biz onları tekfir etmeyiz.
Ancak bizim onlarla olan ihtilafımız tevhit ve şirk konularına taşındığında
yani; Onların tagutları tekfir etmemeleri; tagutları dost edinmelerine, onlara yardım
etmelerine, onlara ibadet etmelerine, kanun koymakta onlara yardım etmelerine
sebep olursa; o bidat onları küfre ulaştırmış olur. Allah’tan selamet ve afiyet
dileriz.
Ancak
bu ilginç zamanın çelişkilerindendir ki, bahsettiğimiz tagutu tekfir etmeyen insanların
bazıları küfür kanunlarından beri olurlar. Hatta tagutun kendilerinden de beri
olup onlara buğz edenlerde bulunmaktadır. Hatta bunlardan taguta karşı çıkıp
savaşan bile gördük. Buna örnek olarak Cuheyman ve cemaatini örnek verebiliriz.
Onların çoğu ne Suudi rejimini, nede kralı tekfir etmiyorlardı. (bu onların
cahilliği ve yüzeyselliğindendir) Buna rağmen, onlara buğz edip devletin
işlediği münkere karşı çıkmışlardır ve bunun sonunda da onlarla savaşmışlardır.
Bu
gibi insanların çoğu, tagutu tekfir etmedikleri halde onlara yardım etmeyip
onlara buğz eder, onlardan ve kanunlarından beri olurlar. Bu hiç şüphesiz bir
çelişkidir. Çünkü tekfir etmemek dostluğun bir kısmını gerekli kılacaktır.
Dolayısıyla tagutları tekfir etmedikleri için onları imani dostluk çerçevesi
içine katmış olacaklardır. Buna muhalif olan ise ya cahildir yada beynel
menzileteyn (iki derece arasında olan bir şeydir, yani Müslüman’dır dost
edinilmez) sözü ile amel etmiş olur.
Ancak
bu adam; çelişkili, vela-bera konusunda cahil, tevhidi iyi bir şekilde
anlamamış, kâfirlerin yolunu iyi bir şekilde idrak edememiş bir kişidir demek
ile o adamı mezhebinin lazımı (neticesi) ile tekfir etmek arasında büyük
bir fark vardır. Çünkü sahih söze göre mezhebin lazımı mezhep değildir. Tabiî
ki mezhebin sahibi lazımı (neticeyi) bilip kabul edene kadar.
Velhasıl
''tagutu tekfir etmeyen onu inkâr etmemiştir'' sözünü söyleyenler doğru
söylememiş ve dikkatli olmamışlardır. Çünkü taguta küfretmek; tagutun
uluhiyyetinden beri olmayı, ibadetinden sakınmayı, teşri konusunda ona itaat
etmekten yüz çevirmeyi, onun şirkini ve dostlarını red etmeyi içerir.
Dolayısıyla bir şüpheden dolayı tagutu tekfir etmeyen ve bunların (saydıklarımızın)
hepsini gerçekleştiren kişi cahil bir mürcie dahi olsa taguta küfretmiştir (inkâr
etmiştir). Aksi takdirde tagutu tekfir eden kişi, bu saydığımız şeylerden
birisini işlerse taguta küfretmemiş olur. ( el-Mesabihul Munira
s.5-6)
Şeyh
Makdisi şöyle der:Bazıları ise şöyle açıklamaktadır; ‘Tagutu inkar etmek imanın
şartı ve yarısı olduğuna göre, tagutları tekfir etmeyenler tagutu inkar etmiş
olmazlar. Dolaysıyla Allah Tealanın kullar üzerindeki hakkı olan ve kurtuluşu
kendisine bağladığı kopmaz ip niteliğindeki Tevhidi gerçekleştirmemiş olular.
Allah
Teala şöyle buyurur: ‘ O halde kim tagutu inkar edip Allah’a iman ederse, sağlam kulpa
yapışmıştır ki o hiçbir zaman kopmaz.’(Bakara 256)
Kim
tagutu inkar etmez ve ondan beri olmazsa; Tevhidi gerçekleştirmemiş,
kurutuluşun sebebi olan sağlam kulpa tutunmamış ve dolayısıyla da helak olanlardan
olmuş olur.’
Aslında
her iki yorumda aynı şeye varmaktadır. Bu ise tagutlardan birinin Müslüman
olarak görülmesinin, kişinin tagutlardan beri olmadığı ve onlara dostlukta
bulunduğu sonucunu gerektirmesidir.
Doğal
olarak bu dolaylı sonuca binaen insanları tekfir etmeleri, günümüzde avam
Müslümanları kitleler halinde İslam’ın dışında saymalarına sebep olmaktadır.
Hatta günümüz yönetimleri ile diyalogları bulunan ilim ehlinden bazı kişileri
tekfir etmemeleri sebebi ile, öğrencilerden, davetçi ve mücahitlerden de tekfir
ettikleri bulunmaktadır. Bu ise Tevhidi gerçekleştirmenin bir şartı olarak
inkar edilmesi vacip olan tagut teriminin manasın geniş tutmalarının bir
sebebidir.
Çünkü
her tagut kafirdir ama her kafir tagut değildir.ilim ehlinden olan bu tür kişilerin
salt delaletleri ve bu tür yönetimlerle olan bazı irtibatları, sapıklığın
önderleri konumunda olsalar veya küfür sebeplerini işliyor olsalar dahi, onları
tagut olmalarını da gerektirmez.
Sonuç
olarak ancak şeriatın tagut tanımına uyan ve o vasıfları taşıyan kişiye tagut
denir. Şeriatta ise, Allah Tealadan başkasına yapılması küfür olan her hangi
bir , ibadet şekli ile kendisine ibadet edilen ve kendisinin de bu durumdan
razı olduğu kişiye tagut denir. Allah Tealanın izin vermediği konularda yasa çıkarmak
veya Allah Tealanın indirmediği hükümler ile hükmetmek bu şer’i tanımın
kapsamına giren işlerdendir. Ancak bu şer’i tanımın içerisine, asiler veya
zalimler gibi tagut teriminin sözlük manasının kapsamının içerisinde olanlar ve
yine bazı aşırıya kaçan kişilerin hevalarına göre belirledikleri şeyler dahil
değildir.
Bu
söylediğimiz şeylerin açık bir misali; Cuheyman ve arkadaşlarının durumudur.
Bir müddet onun cemaatinde bulundum bütün kitaplarını okudum, onlarla beraber
oturup kalktım ve yakından tanıdım. Allah Teala ona rahmet etsin. Cuheymen
günümüz yöneticilerinin kanun ve küfürlerini yeterince kavramadığı için onları
tekfir etmiyordu…
Bununla
birlikte Cuheyman, onların amansız bir düşmanı ve hasımıydı. Onları tekfir
edenlerin çoğundan daha fazla düşmandı. Onlara beyat etmeyi reddeder ve
geçersiz sayardı. Onların işledikleri ve açık olan kötülüklerine karşı sessiz
kalmazdı. Nihayet kendisi ve beraberindekiler hicri 1400 yılında onlara karşı
ayaklandı ve savaştı…. Cuheyman onları tekfir etmemekle beraber onları ne
sevmiş ve ne de dost edinmişti. Aksine onlara buğz etmiş, düşmanlıkta bulunmuş,
beyatlarını geçersiz saymış, kendisi ve taraftarları Suudi devletinde görev
almayı bırakmışlardır… Hatta okul ve üniversitelerini da bırakıp, kimlik ve
pasaportlarını da atarak, sonunda onlarla savaşmışlardır. Bu savaştan önce
zaten yönetim tarafından aranıyor ve gizlice dolaşıyorlardı. Daha sonra O’nu
Harem'de ele geçirdiler ve öldürdüler. Cuheyman ve arkadaşlarının bu durumu,
tagutu tekfir etmemenin gerektirdiği dolaylı sonuçları, tagutu tekfir etmeyen
herkes hakkında uygulamanın hatalı olduğuna dair canlı ve açık bir örnektir
(30
Risale s.205-208)
Şeyh
Makdisi devamla şöyle der: Tagutları tekfir etmeyen kişi ancak onları
tekfir etmemesi yüzünden onlara yardım etmez, onların dinine girmez, onları
dost edinmez veya onların küfür yasalarına katılmaz ise; Onsuz kişinin Müslüman
olamadığı imanın aslını elde etmiş olur. Biz bu gibi kimselerin kâfir olduğunu
söylemiyoruz. Hatta tagutlardan elde ettiği bir iyilikten dolayı onlara dua
etse de kafir olduğunu söylemeyiz.
Dolayısıyla
bu konuda ikametul hücce kaçınılmaz bir şeydir ve tekfir hükmü verme konusunda
acele etmemek gerekir. ( el-mesabihu'l munira s.7)
Deriz
ki: Bu sözün (tagutu tekfir etmeyen onu inkar etmemiştir) fasit
olduğunu ispatlamak için kuran, sünnet ve hadis kitaplarına bakmaya gerek
yoktur. Bir lügat sözlüğüne bakmak yeterlidir.
Sözlükte
''kefera'' ile ''keffera'' arasındaki fark ortaya çıkacaktır. ''Kefera''
kelimesinin manası: İnkâr etmek, reddetmek, kabul etmemek, dost edinmemek,
ondan beri olmak, ona buğz etmektir.
''Keffera''
kelimesinin manası ise: Muayyen bir kişinin dinden çıktığına ve küfre
girdiğine dair hüküm vermektir. Zaten her kâfir tağut değildir. Çünkü tagut
Allah’tan başka ibadet edilen her şeydir. Mesela namazı bırakan bir kimse tagut
değildir, alimlerin bir kısmına göre kafirdir.
Bundan
dolayı bu iki kelimenin manasını birbirine karıştırmak hayret verici bir
şeydir. Lakin ilmin büyük meselelerinde 2 günlük bir civciv konuştuğu zaman,
ancak bu kadar ilim çıkar. Yine tagutu inkâr etmekten bahseden ayetlerin
manasını açıklayan tefsirlere bakanlar; Tefsirlerde muayyen kişinin tekfirine
değindiğini göreceklerini zannetmiyorum.
Bu
zamanın trajikomik şeylerinden biride şudur:
Çağımızda
tagutu inkâr etmek ve ona buğz etmenin en büyük göstergesi taguta karşı durmak
ve onu izale etmek için kanı ve malı Allah yolunda vermektir. Yani tagutu
ortadan kaldırmak için Allah yolunda cihat etmeyi kast ediyoruz. Dolayısıyla
mücahitler gerçek manada tagutu inkâr eden ilk insanlardır.
Ancak
tagutu inkâr etme sancağını kaldıran tekfir cemaatlerinin çoğunun az bir kısmı
dışında cihat sahalarından uzak olduğunu görüyoruz. Bu cemaatler cihat
sahalarından uzak kalıp, tagutu inkar etmenin asıl manasının dilde söylenmesi
kolay olan bir kelime (tekfir) olduğunu söylemektedirler. Hatta bazıları
küstahlık yapıp hayatlarını tagutu yok etmek için adayan ancak bir şüphe veya
bir ilmin eksikliğinden dolayı yada ben alim değilim, tekfir işini ehline
bırakırım diye, muayyen bazı kişileri tekfir etmeyen mücahitlere dil
uzatmaktadırlar. Yardım ancak Allah’tan istenir. Ey Mücahit kardeşlerim
üzülmeyin, siz iyi olun, sizin cihadınızda iyi olsun ve Allah ayaklarınızı
sabit kılsın. AMİN
Şeyh
Makdisi şöyle der:Taguttan uzak durmayı ve onu inkar etmeyi sadece tekfir ile
açıklamak bunları İslam'ın sıhhati için birer şart yapmak, doğru değildir ve
yerinde olmayan bir açıklamadır. Çünkü tagut olmamalarına rağmen, İsa (as),
melekler ve bazı Salih kimseler gibi Allah Tealadan başka kendisine ibadet
edilen her şeye ibadeti reddetmek ile emrolunmamıza rağmen, onları tekfir
etmekle emrolunmamaktayız.
Putlarda
böyledir. Onlarda taguttur ve Allah Tealadan başka onlara da ibadet
edilmektedir. onlardan sakınmak, uluhiyyetinden beri olmak ve onları inkar
etmek gerekir. Ancak putlar tekfir edilmemektedir. Çünkü putlar cansız
varlıklar olup aklı veya sahip olma gibi yetenekleri yoktur ki kafir olsun veya
tekfir edilsin…
İslam
ın aslına sahip olan veya onun niteliklerini ve temellerini yerine getirip bunu
izhar eden ve İslam ını bozacak herhangi bir şeyi de açığa vurmayan kişinin,
muayyen tagutlar hakkında imtihana tabi tutulmadan ve tagutları tekfir edip
etmediği sorulmadan, İslam’ının kabul edilmeyeceğini söylemek caiz değildir.
Tagutların isim listesi, aşırıya kaçan bu kişilerin tagut tanımlarına göre
uzayıp gidebilir….
Çünkü
bu konularda acele ile konuşan bazıları, usullerini belirlememekte,
konuşmalarını sınırlandırmamakta, istidlal yollarını bilmemekte ve delilleri
kullanırken adalet yönlerini anlamamatadır. Onlar sadece süslü genel sözler
kullanmakta ve tetkik ve tahkik edildiğinde hemen yıkılacak olan çürük
temelleri üzerinde genellemelerini kurmaktadırlar.
Muhammed
bin Abdulvahhab’ın tabiilerinden olan Abdullah bin Abdurrahman Eba Batin şöyle
der:
‘…kendini
bilen bir kişinin yeterli bilgi ve uygun delil olmadan bu konuda konuşmaması
gerekir. Sırf kendi anlayışı ve aklının istihsanı ile Müslüman bir kimseyi
İslam ın dışına çıkarmaktan sakınmalıdır. Çünkü bir kişiyi Müslüman saymak veya
İslam dan çıkarmak dinin en önemli işidir….. Alimlerin küfür olması hakkında
birbirleri ile ihtilaflı oldukları meselelerde, tevakkuf etmek ve hatalardan
korunmuş olan Rasulullah (sav) den açık bir nass olmadığı sürece konuşmamaktır.
Şeytan
bir çoklarını bu meselede yoldan çıkarmıştır. Bir kısım; kitap, sünnet ve
icmanın kafir olduğunu bildirdiği kişinin Müslüman olduğunu söyledi. Diğer
kısım ise; kitap, sünnet icmanın Müslüman olduğunu söylediği kişiyi tekfir
etti. Ne tuhaftır ki bunu yapanlardan birine taharet, alışveriş veya benzeri
bir şey sorulacak olsa, sırf kendi anlayışı ve aklının istihsanı ile fetva
vermeyip, alimlerin söylediklerini araştırır ve onların verdiği fetvayı
verirken, dini en önemli ve en tehlikeli meselesinde sadece kendi anlayış ve
aklına dayanmaktadır. Bu iki kesimden dolayı İslam ın başına gelen musibetler
ve çektiği mihnet hayret edici boyuttadır. Allah ım; bizi, sapıtanların ve
kendilerine gadap ettiklerinin yoluna değil, sırat-ı müstekime ilet! Allah’ın
salat ve selamı Muhammed in üzerine olsun.’(Ed-Dererus-Saniye c.8
s.217, Hükmü’l-Murted’ Kitabı)
…Özellikle
tekfir edilip edilmemeleri konusunda ihtilaf edilen bu tagut ve onların
destekçilerinin çoğu, İslam dan beri olduklarını açıkça söylememekte, namaz
kılmakta hacca gitmekte ve şahadet kelimelerini ikrar etmektedirler. Onların bu
durumu, bir çok insan için, onların tekfirleri konusunda probleme sebep
olmaktadır. Dolayısıyla bunların küfrü, İslam dan ayrılıp başka bir dine
geçtiğini açıkça söyleyen mürtedin küfrü gibi veya avamdan hiçbir Müslüman’ın
tekfirleri konusunda tevakkuf ettiğini görmediğimiz Hıristiyanların küfrü gibi
açık değildir. Bu nedenle bunların durumları, açıklamaya muhtaçtır. (30
Risale s.363-366 ve 379)
Şeriatı
değiştirme konusuna gelince, bu zamanın mürcielerinin sözüne göre amel edip
''kalbi inkâr olmadan şeriat değiştirme eylemini dinden çıkaran bir eylem
görmeyen'' kişide tekfir edilmez. Bu kişi bidatçi, sapık bir kişi olsa da
murcie’lerin öne sürmüş olduğu tevilleri sahiplenmiş olması nedeniyle tekfir
edilmez. Nitekim kuran ve sünnete yapılan her muhalefet küfür değildir.
Muhalefet edilen hükmün delillerine bakarken o delillerin kati’lik, sübutluk,
delalet dereceleri ve selef âlimlerinin bu konuda muhaliflere nasıl baktıkları
ve muhalif olan kişinin tevil sahibi olup olmaması muhalife; iman, küfür,
bidatçilik, hatalılık payı veya tek ecir sahibi olan hatalı bir muçtehit olma
hükmünü belirtir.
Elbani
gibi bu çağın mürcielerinin, şeriat değiştirme konusu başta olmak üzere küfür-
iman konularında sapma sebepleri bir takım ayet ve hadisleri yanlış bir şekilde
anlamış olmalarındandır. Örneğin ibn Abbas hadisi ''Bu sizin bildiğiniz küfür
değildir. Bu küçük küfürdür.'' Başka tevilleri de vardır. Bütün bu teviller
onlara küfür hükmü değil de bidatçilik hükmü vermemizi sağlar.
Şeyh
Makdisi şöyle der: ''Biz tağutları ve destekçilerini şüphelenmediğimiz yakini
delillerle tekfir diyoruz. Bu konuda bizim herhangi bir kuşkumuz veya şüphemiz
yoktur. Ancak bizim hasımlarımızın, muhaliflerimizin ve aynı şekilde avam
insanların ellerinde kendilerine göre zahiri çelişkili ayet ve hadisler vardır.
Onların
çoğu Allah Tealanın ''Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta
kendileridirler'' “Maide 40) ayetini reddederek tagutun ve taraftarlarının
küfrünü inkar etmezler. Aynı şekilde ''Ey iman edenler Yahudi ve
Hıristiyanları dost edinmeyin onlar birbirlerinin dostudurlar. Kim onları dost
edinirse oda onlardandır.''(Maide 51) ayetini de inkâr etmezler.
Bunun
için onlar hakkında; “kâfir olmuşlardır. Çünkü Allah ve Rasulullah (sav)in
tekfir ettiğini tekfir etmediler. Allah ve Rasulunü yalanladılar” demek söz
konusu değildir.
Bunlar
gerçekten Allah ve Rasulu (sav)i tekzip etmemişler ve Allah ve Rasulunün
kelamını inkâr etmemişlerdir. Bilakis tekfir eden naslarla beraber onlara göre
ellerinde çelişkili naslar bulunduğundan dolayı tagutun ve taraftarlarının
tekfirinde tereddüt edip durmuşlardır.
Bu
naslardan bazıları şunlardır: ''Kim La ilahe illallah derse
cennete girer”- Usame b. zeyd hadisi-
Namazı
kıldıkları sürece onlarla savaşmayın hadisi-kart hadisi vs. gibi murcielerin
delil gösterdiği hadislerdir. Bunlar murcielerden varid olanlardır. Bu
hadisleri alıp onları tefsir eden veya açıklayan başka naslardan ayırmışlardır.
Bunları mürcie diye isimlendirebiliriz. Bunlar hakkında sapık ve cahilde
diyebiliriz. Bunlar kendilerine tabi olunan kişiler ise sapmış saptırmış ve
cahil başlarda diyebiliriz.
Ancak
sırf söz konusu tağutları tekfir etme konusunda bize muhalif oldukları için
onları tekfir etmeyiz.
Onlarla
olan ihtilafımız ellerinde şer’i nasların oluşturduğu şüphelerden dolayı sadece
tagutlara iman küfür ismini verme konusunda kaldıkları sürece (başka
meselelere geçmedikleri tekdirde) onları tekfir etmeyiz. Bunlarla vacip
olan hak mezhebi beyan etmek ve onlara hüccet ikame etmektir.
Bunun
için selef; ehli sünnetle ihtilafı lâfzî olup namaz ve onun gibi amelleri
sadece isim olarak imanın tanımından çıkaran murcie ile tevhitle beraber
farzları terk etmek bir zarar vermez diyen gulat-ı mürcie arasında ayırım
yapmıştır.
Bu
meselenin bilinmesi gerekir. Ancak bütün murcieler gulatı murcie gibi değildir.
Zira sırf heva ve asabiyetten dolayı muhaliflerin tekfir edilmesinden sakınmak
gerekir. Tabiî ki bu mesele onlarla olan ihtilafımız ellerindeki şer’i delilden
dolayı tagutlara iman küfür ismi vermede kaldıkları sürece ve tağutlara yardım
etmedikleri sürece böyledir. (Husnu’r Refeka)
Derim
ki; Bu ümmetin tarihinde şeriatı kaldırıp beşeri kanunları getiren
ilk insanlar Tatarlardır. O dönem Şeyhulislam İbn Teymiyye ve İzz İbn
Abdisselam başta olmak üzere dev muhakkik âlimlerle dolu idi. Tatarların küfrü
ise cehaletin kanser gibi yayıldığı bu dönemin tağutlarının küfründen daha
açıktır. Zira o zamanın insanları ilim seviyesi açısından bizim halkımızdan
daha ilimliydiler. Ona rağmen Şeyhülislam İbn Teymiyye nin yaşadığı o dönemin
âlimlerinden tatarları tekfir etmeyenlerde bulunmuştur. Tatarları baği ve
harici diye isimlendirenlerde olmuştur. Hatta kelime-i şahadeti telaffuz
ettikleri için onlarla savaşmanın haram olduğunu söyleyenlerde dahi olmuştur.
İbn Teymiyye
(rh) onlara reddiyeler yazmış bütün şüphe ve hüccetlerini iptal etmiş ve onları
çok sert bir dille eleştirmiştir. Ancak -Allah ona rahmet etsin- hiç
kimse ibn Teymiyyenin Tatarları tekfir etmediler diye onları tekfir ettiğini
nakletmemişlerdir. Yine İbn Teymiyye(rh)’nin o zamanki insanların imanlarını
tatarları tekfir edene kadar geçersiz saydığını nakletmemiştir. Bundan emin
olmak isteyenler ise İbn Teymiyye’nin ''Fetevalar'' kitabının 28. cilt
514. sayfasına bakabilirler. Orada şeyhulislam İbn Teymiyye ye
kelime-i şahadeti telaffuz edip kendilerini İslam’a nispet eden Tatarların
halini bilmeyen ve Tatarların Müslüman olduğunu iddia edenlerin hali
sorulmuştur. Oda bu konuda kendi görüşünü açıklamıştır.
Aynı
şekilde ibn Teymiyye (rh) avamlardan ibn Arabî ve taifesinin halini bilmeyen ve
hüsnü zan ile davranıp onlara İslam hükmü veren kişileri de, “ibn Arabinin
küfür eylemlerini işlemedikleri sürece onları tekfir etmemiştir.
Şeyhülislam
İbn Teymiyye her bidatçiyi tekfir eden konusunda şöyle demiştir:
''Rasulullah
(sav)e tabi olmayı kasteden tevil sahibi tekfir edilmez ve ictihad edip hata
ettiği takdirde ona fasıklık hükmü de verilmez. Bu ise insanlar arasında ameli
(fıkhi) meselelerde meşhurdur. İtikad meselelerine gelince insanların çoğu hata
işleyenleri tekfir etmektedir. Ancak bu görüş ne sahabeden ne tabii'inden nede
Müslümanların imamlarından geldiği bilinmemektedir. (Mihacus-Sunne
c.3 s.60)
Yine
Şeyhulislam İbn Teymiyye şöyle der:
Rehin
olan (ipotek) bir cariyeye karşı borç veren kişi, borçlunun iznin alıp,
bunun caiz olduğunu zannederek cariyeyle bir münasebette bulunursa şüphe
nedeniyle doğacak olan çocuk köle değil hür hükmünü alır. Çünkü imamların
ittifakıyla, itikat ve mülkiyet konularında oluşan şüpheler haddi kaldırır (sakıt
eder).
(İbn
Teymiyye Fetvaları c.31 s.279)
Sonuç
olarak şöyle diyebiliriz: Ebu Leheb gibi subuti kati, delaleti kati
delille tekfir edilen bir muayyen söz konusu olmadığı sürece; bir muayyenin
tekfir manilerinden biri nedeniyle mazur olduğunu görüp onu tekfir etmeyen kişi
tekfir edilmez. Ebu Leheb gibi bir insanı tekfir etmeyen ise ''kafiri tekfir
etmediği'' için değil kati olan bir nassı yalanladığı için tekfir edilir.
Küfür
söz ve fiillere gelince aynı şeyleri söyleyebiliriz.
''Mesih
Allah’ın oğludur'' sözü gibi kati bir nassla küfür olduğu sabit olan, küfür
sözünün küfür olduğunu kabul etmeyen kişi hüccet ikame edildikten sonra ısrar
ederse kâfiri tekfir etmediği için değil, kati bir nassı yalanladığı için
tekfir edilir.
Delili
kati bir dereceye ulaşmayıp yada bir tevil söz konusu olduğu zaman küfür
eyleminin küfür olduğunu kişi tekfir edilmez ama bidatçi sayılır. Tabiî ki bu
konuda selefin böyle kişilere nasıl davrandığına bakmak gerekir. Örneğin
önceden belirttiğimiz gibi şeriat değiştirmenin küfür olduğunu kabul etmeyen
murcieler gibi.
Küfür
olduğu zanni olan, selefin arasında ise küfür olduğu tartışmalı olan eylemin
küfür olduğunu kabul etmeyen kâfir değildir. Fasıkta değildir. Tek ecirli bir
ictihad sahibidir. Örneğin namazı terk etmenin küfür olup olmadığı meselesi.
Bu
konuda söyleyeceğimiz en son söz şudur ki: Allah’a imanı tekfir
üzerine değil tevhit üzerine inşa etmek gerekir. Tekfiri dinin esasından saymak
vela, bera, buğz etme iplerini ona (tekfire) bağlamak büyük bir hatadır.
Böyle bir görüş İslam ümmetini tekfir eden, haksız bir şekilde kanlarını ve
mallarını helal kılan aşırı haricilerin görüşlerindendir.
Şeyh
Makdisi şöyle der: Tevhit daveti sadece tekfirle sınırlıdır demek doğru değildir.
Allahu teala; ''Kim tagutu inkâr eder Allaha da iman ederse kopması bilmeyen
sapasağlam bir kulpa yapışmıştır.” (Bakara 256) buyuruyor. Tevhit
davetinin 2 ana rüknü vardır. Onlar: Allah’a iman etmek ve tagutu inkâr
etmektir.(Husnu’r Refeka s.15)
Kadı
İyad ''eş-şifa'' isimli kitabında şöyle der: ''İslam’dan başka bir dine
mensup olanları tekfir etmeyenleri, onların tekfiri konusunda duraksayanları,
bundan şüphe duyanları veya onların yollarının doğru olduğunu söyleyenleri
tekfir ederiz.
Sufyan
bin Uyeyne (rh) şöyle der: Kuran Allah’ın kelamıdır. Onun mahlûk
olduğunu söyleyenler kâfir olur. Bu kişinin küfründe şüphe edende kâfir olur.
Küfrün
Sebebi ve Küfrün Çeşidi arasındaki fark
İslam
dininden çıkartan söz ve fiillere küfür sebebi denir.
Bir
söz veya fiilin küfür olduğunu kabul etmek için Kuran ve sünnetten açık bir
delil gerekir. Aslında kalpte küfür itikadı da küfür sebeplerindendir. Ancak bu
itikat söz veya fiil suretiyle açığa çıkmayıp kalpte kaldığı sürece onun
sebebine dünyada küfür hükmü verilmez, sahibi münafıktır.
Şeyh
Makdisi şöyle der: La İlahe İllallah kelimesinin şartları alimlerin kitaplarında
belirtmiş oldukları İslam ı bozan şeylerden bazıları hakiki iman ile ilgilidir.
İhlas ve zıddı olan gizli şirk, doğruluk ve zıddı olan kalbi yalanlama, yakin
ve zıddı olan şüphe gibi ancak Allah Tealanın bilebildiği bu gizli haller bu
kabildendir. Bu türden olup sadece Allah Tealanın bildiği sebeplere binaen
insanları tekfir etmek doğru değildir. Çünkü bu sebepler dünya hükümleri
açısından, ancak açık ve net olan şartlar ve bu şartları bozan hallere itibar
edilir. Kişi hakkında hükmi İslam, açık olan sebeplere binaen verilir ve ona
Müslüman muamelesi yapılarak kanı ve canı dokunulmaz hale gelir. Kişinin
gizledikleri ise Allah Teala ya havale edilir. (30
Risale s.228)
Küfür
çeşitleri küfür söz veya fiilin çıkmasına sebep olan nedenlerdir. Bunun sayısı
ise çoktur Örnek: İnkâr, tekzip, itaat, taklit, kibir ve yüz çevirme
küfürleri...
Küfür
çeşitleri küfür hükmünü verme illeti değildir ve küfür hükmü verilirken onlara
bakılmaz. Ancak işlenen fiil veya söze bakılır. Mesela küfür çeşitlerinden
itaat küfrü vardır. Ancak itaat bir küfrün bir illeti değildir. Yani kâfire
yapılan her türlü itaat küfür değildir. Küfür hükmünü vermek için itaat edilen
eyleme bakılması gerekir. Dolayısıyla itaat nedeniyle işlenen eylem küfür ise sahibi
kâfir olur. Günah ise sahibi günahkâr olur. Bidat ise sahibi bidatçi olur.
İbni
Teymiyye (rh), haham ve rahiplerine tabi olup onlara itaat edenleri iki kısma
ayırarak şöyle der:
1.Kısım:
Allah Tealanın dinini değiştirdiklerini bildikleri halde, değiştirenlere
uyanlardır. Peygamberlerin dinine muhalefet ettiklerini bile bile büyüklerinin
haram ve helal kararlarına inanırlar ve uyarlar. İşte bu küfürdür. Uydukları
kişiler için namaz kılmasa ve secde etmeseler bile, Allah Teala ve Rasulu (sav)
onlara uymalarını şirk saymıştır.
2.kısım:
helal ve haramı değiştirdiklerine inandıkları halde sadece Allah Tealaya
masiyette (günahta) onlara itaat etmiş olanlardır. Müslüman’ın masiyet
olduğunu bildiği halde haramı işlemesi gibi. Bunların hükmü, diğer günahkarların
hükmü gibidir. (Mecmu’ul Feteva c.7 iman bahsi)
Bu
konuda âlimlerin görüşlerini sunuyorum:
Şeyh
Abdulkadir bin Abdulaziz şöyle der: Tekfir konusunda yaygın
hatalardan biri küfrün sebebi ile küfrün çeşidi arasındaki farkı
karıştırmaktır. Küfrün sebebine gelince gerçek anlamda 4 sebeptir; Küfür sözü,
küfür fiili, küfür itikadı ve küfür şekki’dir. Dünya hükümlerinde ise küfrün
sebepleri üçüncüsü olmayan sadece iki sebeptir. Küfür söz ve küfür fiilidir.
Küfrün çeşitleri çoktur.
Kalbi
nedenlere bakılırsa tekzip, inkâr, kibir, şek, taklit ve cehalet küfürleridir.
Küfrün açıklığına ve gizli olma ihtimaline bakılırsa açık küfür ve gizli küfür (nifak)
olarak ikiye ayrılır. Aynı şekilde asli küfür, riddet küfrü, mücerret küfür,
mezid küfür, mutlak küfür, muayyen küfür, rububiyette şirk, ulûhiyette şirk,
küfrü ekber, küfrü esgar vs. vs. gibi küfür çeşitleri vardır... Bütün bu
bölümler ve çeşitlerin şerri delilleri vardır ve âlimler kaleme almış oldukları
eserlerinde bunları yazmışlardır.
Zikrettiğimiz
küfrün çeşitleri kâfirin kalbinde oluşup onu küfre sürükleyen nedendir.
Kibir,
haset, şek gibi nedenler. Bu kalbi ameller güçlenebilir ve sahiplerini küfre
sokabilir.
Onlar
küfrün sebebinden farklı bir şeydir ve dünyada sahiplerine küfür hükmü verme
ile
Hiçbir
alakaları yoktur.
Meseleyi
daha iyi açıklamak için şöyle bir misal verebiliriz: Bir kişi kasıtla birini
öldürdü. Öldürme nedeni ise düşmanlık, miras almak, kiralık katil olduğu için,
adam yaralı olduğundan dolayı acı çekmesin diye de öldürmüş olabilir veya başka
nedenlerde olabilir. Daha sonra kadı, katile kısas olarak ölüm cezası verdi.
Kadının verdiği hükmün sebebi nedir. Yani kadı hüküm verirken neye bakmıştır.
Şüphesiz ki kadı ancak fiile bakmıştır (öldürme olması ve kasten olması)
Kadının verdiği hükmün sebebi budur. Kadı zikrettiğimiz öldürme nedenlerinden
hiçbirisine bakmamıştır. (el-camii s.512 ve sonrası)
Hatta
iki kişi aynı anda küfür eylemi işleyebilir. Ancak küfrün çeşidi her birinde
farklı olabilir. Bu konuda şeyh Abdulkadir şöyle bir misal vermiştir:
Bir Müslüman ve Hıristiyan
Mesih
Allah’ın oğludur derlerse (Hâşâ) ikisi de küfür sözünü söylemiştir.
Ancak her birinde olan küfür çeşidi farklıdır. Müslüman hakkında küfür çeşidi
tekzip küfrüdür. Çünkü kuranı tekzip etmiştir. Hıristiyan hakkında küfrün
çeşidi ise taklit küfrüdür. Çünkü bu sözü babalarını taklit ederek söylemiştir.
Şeyh
Ebu Katade şöyle der:
Müslümanların
çoğu küfrün sebebi ile küfrün çeşidi arasındaki farkı birbirine
karıştırmaktadırlar. Küfrün sebebi tekfirin kendisine bağlı olduğu nedendir.
Küfrün çeşidi ise kişiyi o küfre iten muharrik unsurdur. Müslüman’ın vazifesi
tekfir hükmünü küfrün çeşidine değil, onda aklın rolü olmayan şer’i delile
bağlanan küfrün sebebine bağlamaktır. (el-cihad vel-ictihad s.99)
Küfrün
sebebi ile küfrün çeşidini birbirine karıştırmak, hem murcienin hem de
haricilerin hata işleme sebeplerinden olmuştur. Murcie’lerin indinde tekzip ve
inkârdan başka bir küfür çeşidi olmadığına göre; herhangi bir küfür söz veya
fiili işleyene kalbin inkârı olmadığı sürece küfür hükmü vermezler. Bazı
hariciler ise, küfrün çeşitlerini tek başına küfrün illeti olarak görürler.
Dolayısıyla
kuran ve sünnette küfür olduğuna dair hüküm olmayan söz ve fiilleri işleyenlere
küfür hükmü verirler.
Mesela
askeri üniformayı giyen herkesi tekfir edenler, buradaki illetin benzeme küfrü
olduğunu söylediler. Askeri komutana itaat eden herkesi itaat edilen eyleme
bakmaksızın tekfir edenler, buradaki illetin itaat küfrü olduğunu söylediler.
Şeyh
Makdisi bu gibi konularda şöyle der: Biliyoruz ki: Sırf ordunun
elbisesini giymek ve onların şiarlarını takmak tek başına tekfir için yeterli
veya sınırları belli olan bir illet değildir.
Bazıları
ayrıntı vermeden mutlak bir söz ortaya attı dedi ki; “Onların elbisesini
giyen veya şiarlarını takan herkes kâfirdir...” Sonuç olarak giyim
konusunda sırf kafirlere benzeyen kişi gerçekten onlardan yani onların şirk
dinlerinin üzerinde veya onların dostu ve yardımcısı olmadığı sürece bize göre
yeterli bir illet değildir. Evet önceden belirttiğimiz gibi haram olduğunu
söyleyebiliriz. Hatta onların dostluğuna ve sevmelerine ulaştırdığı takdirde
küfre ulaştıran bir vesile olur. Aynı şekilde devletlerin edindiği bayraklar ve
şiarlar hakkında da konuşabiliriz. Her ne kadar söz konusu şiarlar, küfrün
alametleri olsa da -çünkü kâfir rejimin simgesidir- ve her ne kadar genel
şekilde onları takanların takma sebebi rejimin tabiilerinden ve dostlarından
olduğunu hissettirse de sırf onları takmak tekfir için yeterli bir illet
değildir. Çünkü bizim bahsettiğimiz sebepler geneldir.
Ancak
muayyenler hakkında konuştuğumuz zaman tekfirin şartlarına ve manilerine bakmak
zorundayız. Böyle bir durumda sormak ve hüccet ikamesi yapmak gerekir. Yine
hükmün varlığı ve yokluğu kendisine bağlı olan müessir(etkili) illetle, hükmün
işareti ve alameti olup insanlarda başka manalara ve delaletlere ihtimalli olan
fiiller arasında fark vardır... Bu şiarların söz konusu küfre delaleti açık
değildir. Bilakis insanların çoğu bu şiarları kendi ülkelerinin simgeleri
olarak görürler. Bunları rejimin veya sistemin simgesi olarak görenler azdır.
Mesela insanların çoğu kâfir olan yada olmayan, temsil edilen herhangi bir
rejim bulunmadığı halde, işgal edilmiş kendi ülkelerinin bayraklarını
kaldırdığını görüyoruz. Şüphesiz ki cahillerin bazıları dinin kisvesini onlara
giydirse de bu cahili bir adettir. Ancak burada bizim konumuz cahili ve ulusal
olup olmaması değil, onların taşıyan, kaldıran veya takan kimsenin kâfir olup
olmamasıdır. Malumdur ki: Allah düşmanlarının çoğu bunların manalarını
insanlara yanlış anlatmıştır. Cahili ulusal şiarlar ve bayraklarla, İslam’a ve
dine isabet eden şiarlar ve simgeleri birbirine karıştırmışlardır. Bazıları
hilal, hurma ağacı ve kılıç gibi bidat, bazıları ise tekbir ve tevhid kelimesi
gibi dinden olan şeylerdir.
Şüphesiz
ki bu durum insanlara karışık gelecektir. Söz konusu şiarlara saygı duydukları
veya kaldırdıkları halde onların maksatlarının bilinmesi problemli olacaktır.
Bize göre tekfirin temeli şek, zan ve ihtimal üzerinde değil yakin üzerinde
inşa edilir. Dolayısıyla bu gibi konuları soruşturmak ve beyan etmek gerekir. (el-işraka
s.34 ve sonrası)
Vaaz İbaretleri Kullanmak, Lazım ile veya Delaleti İhtimalli Olan Fillerle Tekfir Etmek
İmam
Keşmiri (rh) şöyle der: Bil ki dinde iki vazife vardır.
Birincisi:
vaizin ve hatırlatıcının vazifesidir. Bu durumda olan kimse amele teşvik eder.
Kelimeler ve ifadelerden amelin işlenmesine en sürükleyici ve en itici olanları
seçer. Meselenin tahkikine şartlarına ve manilerine bakmaz. Açık ve genel
sözleri kullanır. Mutlak bir şekilde vaat eder, tehdit eder, teşvik eder,
kokutur, emreder, nehy eder ve meselenin ayrıntılarıyla ilgilenmez.
İkincisi
ise: Muallimin ve fakihin vazifesidir. Bu adam ilmi telkin etmeyi, meseleyi
beyan etmeyi amele bakmadan açıklar. Bunu için tahkikli bir şekilde beyan eder.
Şartları ve manileri tam bir şekilde söyler. Dikkatle ve titizlikle ifadeleri
seçer. İbarelerden kastedilen mananın dışında başka bir mana anlaşılmaması için
dikkatli olan ifadeler kullanır. Yani manaya en yakın olan ifadeler kullanır.
Havada kalan bir söz söylemez. Bilakis şartları beyan ederek vaat eder, tehdit
eder, teşvik eder ve korkutur. Şeriatın vazifesi sadece öğretmek değildir, vaaz
ve hatırlatmakta vardır. Yani aynı zamanda hem öğretmen hem de vaizdir. Bunun
için amele iten ve tembellikten sakındıran bir üslup kullanır ve bu fıtrata
uyan bir öğretimdir.(Feyzul Bari c.1 s.280)
Şeyh
Osman şöyle der: Rasulullah (sav)'in [kim bize karşı silah kaldırırsa bizden
değildir.] hadisi konusunda Sufyan b. Uyeyne bizim amelimize yada bizim ahlakımıza
muvafık değildir şeklinde tevil edilmesinden hoşlanmıyordu ve diyor ki ne kadar
kötü bir sözdür, yani şunu kast ediyor: Bu hadisin nefislerde daha korkutucu ve
daha caydırıcı olması için tevil edilmemesi daha iyidir. (Fethul
Mulhim 2.cilt s.64)
Fakih
ile vaiz in görevlerini birbirine karıştırmak ve bu meseleyi gözetmeksizin
nasları değerlendirmek; Bu zamanda tekfir sancağını kaldıran
cemaatlerin en önemli sorunlarındandır. Sebebi ise ilmin zafiyeti, selef ve
usul kitaplarından uzak kalmalarıdır. Çoğu zaman duygusal, tesirli ve usul
ölçülerinden uzak ibareleri kullandıklarını görürüz. Onların hedefi muhatabı
etkilemektir. Kim ilim ve tahkik gözüyle bu ibarelere bakarsa tekfiri
gerektirecek hiçbir neden bulamayabilir ve söylenen hükümlerin çoğunun lazım
ile tekfir, küfrü asgar veya ihtimalli fiillerle tekfir kapsamına girdiğini
görecektir.
Allah
teala izin verirse bunlardan bazı misalleri açıklayacağız.
Şeyh
Makdisi: Kâfir rejim şemsiyesi altında çalışmak ve onun parçası olmak
bahanesiyle kâfir rejim de memur olan herkesi tekfir edenlere karşı cevap
vererek şöyle dedi:''Hükümetlerin, orduların küfür illeti bize göre farklıdır.
Bizim sözümüzü bilmeyen ve yazılarımızı okumayan bazı aceleciler buradaki
illetin rejimin şemsiyesi altında çalışmak olduğunu söylerler. Biz ise bunu
kabul etmiyoruz.
Çünkü
buna her memur ve hükümette çalışan her kişi girebilir. Biz böyle mutlak
ifadeleri kullanmayız ve ona itibarda etmeyiz. Bilakis onu kullananların cahil
olduğunu görürüz Çünkü bu mutlak ifadeler sınırları belli, ilmi veya şer’i bir
söz değildir. Boş, yüzeysel geniş ve duygusal laflardır.
(el-İşraka s.32)
Bu
açıklama insanların, mezhebinin gerektirdiğinin, bizzat mezhep olup olmadığı
konusunda ki ihtilafıdır. Bu ihtilaf bunlardan birisi üzerinde karar
kılmalarından daha iyidir. Böylece söylediği açığa kavuşturulduktan sonra,
sözünün gerektirdiği sonuçlardan razı olan kişiye bu sonuçlar izafe edilir.
Ancak bu sonuçlardan razı değilse, çelişkiye düşmüş olsa bile, bunlar o kişiye
izafe dilmez’ ( Mecmu’ul Feteva c. 29 s.25-26)
Sonuç
olarak, sözlerin gerektirdiği dolaylı manalar ve meal yolu ile yani dolaylı
olarak yapılan tekfir, alimlerin belirttiği gibi doğru olmayan bir yoldur.
Şevkani (rh) şöyle der: ‘Bir şeyin gerektirdiği ile tekfir etmek en büyük
yanlışlardandır. Dinini tehlikeye atmak isteyen kişi, böyle bir yönteme
başvurması halinde, kendi nefsinin cinayetini işlemiş olur.’(Es-Seylul
Cerrar c.4 s.580) (30 Risale s.210-211)
Şeyh
Makdisi şöyle der: Tekfir konusunda yaygın olan hatalardan biride, mükellef açıkça
küfür olan bir şeyi söylemediği halde, sözlerinin gerektirdiği ile veya meal
yoluyla onu tekfir etmektir. (Bkz: İbn-i Rüşd el-Hafid ,
El-Bidayetül-Müctehid ve Nihayetul-Muktasid c.2 s.492)
Kişi
bu sözleri söylerken dolaylı olarak doğacak manayı ve sonucu bilmemekte, hatta
ve bu mana ve sonuç aklına hiç gelmemektedir. Sözü söyleyen kişi, söylediğinden
dolayı sonucunu bilmiyor ve onu kabullenmiyorsa, ondan dolayı onu tekfir etmek
veya dolaylı olan manayı kast etmiş ve söylemiş gibi kabul etmek caiz değildir.
Dolayısıyla kişileri, sözlerinin gerektirdiği ile tekfir etmek caiz olmaz. (30
Risale s.202)
Lazım
ile tekfiri şöyle açıklayabiliriz:
Bir
söz veya fiil bizatihi küfür değildir ama netice olarak küfür ortaya çıkabilir.
Bu söz ve fiili işleyen kimse sahih söze göre bu söz ve fiilden dolayı tekfir
edilmez. Çünkü onun lazımını (neticesini) kast etmiş olmayabilir ve
intifaul kast (kasıtsızlık) küfür manilerindendir.
Önceden
belirttiğimiz gibi usulde raci söze göre 'mezhebin lazımı mezhep değildir' Söz
konusu kişi sözün veya fiilin lazımını (neticesini) bilip onu kabul ettiği
takdirde kâfir olur.
Lazım
ile tekfire şu örneği verebiliriz:
Ebu
Hureyre (r.a.) dan Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: ”Allah azze
ve celle diyor ki: Âdemoğlu dehre (kadere) söver ve dehr benimdir. Çünkü gece
ve gündüzü çeviririm”
Başka
bir rivayette, Âdemoğlu Bana eziyet eder diye geçer. (Buhari-Muslim-Ebu
Davud)
Hadisten
anlaşılıyor ki kişinin dehre sövmesi netice itibari ile Allah’a sövmek
demektir. (Bundan Allah’a sığınırız) Buna rağmen kadere söven kişi kâfir
olmaz. Lazımını (neticesini) bilip kabul ederse kâfir olur.
Şeyh
Makdisi şöyle diyor: Bir kabrin başında sesi duyulmayacak şekilde dua eden kişinin
durumu da bunun gibidir. Ona ne yaptığı sorulur. Kabirdeki ölüyü bağışlaması
için Allah Tealaya dua ettiğini söylerse , kabirdeki ölü Müslüman ise adam iyi
etmiş olur. Ancak ölü kafir ise kötü yapmış olur. Müşriklere istiğfar etmeyi
Allah Teala nın yasakladığını biliyor ve buna rağmen onlara dua ediyorsa , bu
kişi günahkar olur , ama kafir olmaz. Kabul edilmesini umarak kabrin yanında
dua ettiğini söylerse , yaptığı iş kendisin küfre götürmeyen bir bidat olur ve
şirke kapı açacağı için bundan sakındırılır. Ancak ihtiyaçlarını gidermesi için
kabirde bulunan kişiye dua ettiğini söylerse , bununla küfre girer. Bütün
bunlardan anlaşılmaktadır ki maksadı bilmek, delaleti muhtemel olan lafızdan
neyin kastedildiğini belirler ve tekfir sebebi olup olmadığını ortaya çıkarır. (30
Risale s.151)
Lazım
ile tekfir etmek: Küfre delaleti açık olmayan çeşitli
manalara ihtimalli olan söz ve fiillerden dolayı tekfir etmektir. Böyle söz
veya fiilleri işleyenlerin niyetini sorup öğrenmeden tekfir etmek tehlikelidir.
Bu
meselenin birçok misalleri vardır:
Biz
ise imam Şevkani (rh) ın gösterdiği şu örnekle yetiniyoruz:
''Ondan
(ihtimalli fillerden olan) Allah’tan başkasına secde etmektir. Bunu
yapanı tekfir etmek için secde ettiği kimsenin rububiyetini kast etmesi
gerekir. Çünkü böyle bir fiil ile (secde etmekle) Allah Tealaya ortak
koşmuş ve O’nun la birlikte başka bir ilah tanımış olur. Ancak acem krallarının
yanına girenlerin çokça yaptıkları gibi; kralın önündeki yeri öpmek suretiyle
sadece saygı ve tazimi kast ederek secde edenlerin filleri küfürden değildir.
Âlimlerden meşhur olan her kimse ilzam (lazım) ile tekfir etmenin
ayakların kaydığı en önemli yerlerden olduğunu bilirler. Dinini tehlikeye atmak
isteyenler ise ancak kendi aleyhlerine bir cinayet işlemiş olur. (
es-seylul cerrar c.4 s.580 )
Allah,
imam Şevkani’ye rahmet etsin tekfir konusunda ne kadar ihtiyatlı davrandığına
bakın. Halbuki böyle bir mesele bugünün âlimlerinin indinde tartışma kabul
etmeyen bir meseledir. Hatta secde eden kişiyi tekfir etmeyeni de tekfir
edebilirler. Acizliğimizi ve cehaletimizi Allah’a şikâyet ediyoruz.
NOT: Secde
meselesinde sadece şüphe olasılığı bulunduğu halde imam Şevkani’nin sözüne göre
fetva verilebilir. Mesela bir adam puta secde ettiğinde İmam Şevkani’nin sözü
geçerli sayılmaz. Çünkü böyle bir durumda selamlama şüphesi yoktur. İbadetten
başka bir mana düşünülemez. En doğrusunu bilen Allah tır.
Prof.
Dr. Vehbe Zuhayli şöyle der: Bir kişi sultana secde ederse kastı namaz değil
selamlama ve tazim ise tekfir edilmez. Çünkü Allah meleklere Âdem(as) a secde
etmelerini emretmiş ve Yusuf(as)’ın kardeşleri ona secde etmişlerdir. (el-fıkhul
islami ve edilletuhu c.1 s.160)
Şeyh
Makdisi şöyle der: Buna göre bazı kişiler, insanlara zulüm ve haksızlıklarını biraz
azalttıkları veya halkın hakkı olan bazı hizmetleri yerine getirdikleri için
yahut kat kat fazlasını götürdükleri servetlerden kırıntı mesabesinde bazı
şeyleri onlara da verdikleri için; tagut yöneticilerin bazısını övse , bu
yaptığının sebebi tagutların ve mucrimlerin durumunu tam olarak tanımama , hak
ile batılı birbirine karıştırma veya kişiyi delalete götüren cehaleti ise ,
salt olarak bu övgüsü nedeniyle kişi küfre girmiş olmaz. Ancak böyle bir şeyin
ilim ve davet erbabı tarafından yapılması , gafil halktan birileri tarafından
yapılmasından daha çirkin ve kötüdür. Çünkü ilim ve davet erbabı olan kişiler
bun yaparken , hak ile batılıda birbirine karıştırmakta ve halkı saptırmak için
ellerinden geldiği kadar çalışmaktadırlar. Ancak bütün bunlara rağmen tekfir
ayrı bir şekilde ele alınmalıdır.
Kaldı
ki günümüzde kadın erkek , yaşlı bir çok Müslüman tagutların gerçeğini ve
mahiyetini bilmemektedirler. Etraflarında olup bitenlerden haberleri
bulunmamakta ve tagutların hangi komplolar düzenlediklerini de
anlayamamaktadırlar. Bu insanlar, mescit inşa etmeleri, bazen camiye gitmeleri
ve bazen zaman zaman Allah ve Rasulullah (sav) in isimlerini anmaları sebebi
ile tagutların ne büyük düşman olduklarını ve bunları kendilerini aldatmak için
yaptıklarını kavrayamamaktadırlar. Bunlar tagutların şirk ve şirk ve küfür
hükümlerinden uzak ve beri olduklarını düşünürler. Ama küfürlerini ve şirk
hükümlerini fark edecek durumda da değildirler. Zaman zaman tagutların
yaptıkları iyi ve düzel işlere bakarak aldanırlar ve bazı hizmetleri sebebi ile
onları överler veyahut dışı hayr ama içi zehir olan kimi başarılarından dolayı
onlara teşekkür ederler. Aktardığımız bu durumda olan kişileri , tevhit
akidesine sahip oldukları sürece , sadece bu övgüleri sebebi ile aşırıya kaçan
ve sözünün nereye varacağını bilmeyecek kadar ahmak olan kişiler dışında kimse
tekfir etmez. Hatta bu insanlar , tagutların başarılarının devamı için
onlara uzun ömür ve başarı gibi şeyler ile dua etseler yine tekfir edilmezler.
Aslında bu tür dualar, onların küfür işlerinde daha fazla devam etmeleri
anlamına gelebilir. Ancak bundan dolayı tekfir etmek , sonuç ve meal itibari
ile tekfir olur. Kaldı ki onlar için dua eden adam onları nasıl bir küfür
içinde olduğunu ve sözlerinin nereye varacağını da bilmeyebilir. Onların küfür
ve şirklerini kast etmeden sadece iyi gördüğü ve aldandığı bazı hizmetlerinin
devamı için dua ediyor olabilir. Böylelerini ancak tagutların ve
hükümlerinin durumunu belirttikten ve onlar için dua etmenin ne demek olduğunu
anlattıktan sonra , hala onlara dua etmesi halinde tekfir edebiliriz.
Kişiyi
küfre götürebilecek bu tür duayı yapanları , cehaletleri sebebi ile mazur
sayılmaları gerekir. Çünkü şahısların bizzat kendilerine yapılan dua ile , küfür ve
küfür kanunlarına yapılan dua arasında fark bulunmaktadır. Üstelik bu tagutlar
sürekli olarak halkın kafasını çelen ve hak ile batılı birbirine karıştıran yaldızlı
konuşmalar yapar ve insanları aldatırlar.
Buradan
da anlaşılmaktadır ki duadan maksat daima küfrün devamı olmayabilir. Ancak
kafirlerin açık olan küfrünü veya şirk olan kanunlarını övmek , onların
üstünlüğü ve devamlılığı maksadı ile dua etmek şüphe götürmeyen açık bir
küfürdür.
Sonuç
olarak kişinin şahsına dua etmek ile açık olan küfrüne dua etmeyi birbirinden
ayırmak ve ihtimal olan yerlerde ayrı ayrı değerlendirme yapmak gerekir.
İmam
veya vaaz veren hatibin , yönetimdeki bazı tagutlar için dua etmesi de ,
ihtimal taşımayan amellerdendir ve ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekir. Çünkü
her dua küfre düşürücü olmayabilir. Özellikle imamların yöneticilere dua
etmelerinin zorunlu olduğu ülkelerde bu durum daha da önemlidir. Bu tür
imaların arkasında namaz kılmanın caiz olup olmaması da yapmış olduğu duasının
özel olarak değerlendirilmesine ve bu değerlendirilmeden sonra ulaşılan sonuca
bağlıdır.
Kendimi
de bundan beri görmüyorum. Bende zaman zaman hiddet ve şiddete kapılmışımdır.
Öğüt hepimiz için gereklidir. Allahu Teala şöyle buyurur: ‘şüphesiz
öğüt müminlere fayda verir’ (Zariyat 55) (30
Risale s.112-127)
Lazım
ile tekfir ve delaleti ihtimalli olan eylemlerden dolayı tekfir etme
meselesinin daha çok açığa kavuşması için şöyle bir misal verebiliriz:
Bir
kişi Hıristiyanlığın akidesini öğrenmek için bir rahibin evine veya kiliseye
gidiyor.
Hıristiyanlığı
sevmek, onu kabul etmek veya ona razı olmaya delalet eden fiil veya sözler bu
adamdan çıkmadığı sürece bu kişinin hükmü nedir?
Tek
başına kiliseye gidip Hıristiyanlığı öğrenmek küfür bir fiil değildir. Çünkü
gitmek ihtimalli olan bir fiildir.
A) Bu kişi
Hıristiyanların şüphelerini iptal etmek için akidelerini öğrenmek istiyorsa
veya rahiple yada tanıdığı bazı Hıristiyanlarla diyalog fırsatını bulmak ve onların
akidesinin fasit olduğunu beyan etmek için uğraşıyorsa bu kişinin küfrü söz
konusu değildir. Hatta ecirli bile olabilir.
B)
Bu kişi kendi ilmini arttırmak için veya rahipten beklediği bir
dünyevi menfaat için bunu yapıyorsa yaptığı iş günahtır veya haramdır. Ama
yaptığı bu iş küfür derecesine ulaştırmaz. Delili ise Ömer(ra)’in Tevrat
sayfalarını Peygamber(sav)’e getirmesi hadisidir.
C)
Bu kişi, Hıristiyanlığı sevdiği, kabullendiği veya razı olduğu
için bunu yapıyorsa bu kişi kâfir olur. Ancak unutulmamalıdır ki, onun küfrünün
sebebi kiliseye gitmek değil küfrü kabullenmek sevmek ve razı olmaktır. Yani
kiliseye veya rahibin yanına gitmese de kafir olur.
1.
Bölüm